27 Ağustos 2008 Çarşamba

AYNA'daki O

Oldum olası sevmişimdir aynaya bakmayı…
Ama bilinçsizce… sadece yansıttığı görüntüye bakmak…
Acaba nasıl görünüyorum sorusuna cevap almak için…
Anlık, göz ucuyla bakışlardı sadece…


Ama yıllar sonra farklı bakar oldum…
Kendimi izler.. gözlerimin içine bakar oldum…
Artık nasıl görünüyorum diye değil…
Gözlerimin derinliklerine baktıkça…
Ruhumun derinliklerine ulaşır oldum…


Ruhumla bir olmanın mutluluğunu yaşadıkça

Kendimi daha çok sever oldum…
Bazı insanlar ise hiç aynaya bakamaz…
Kendileriyle yüzleşmekten korkarlar...


Belki de uçurumlar vardır...Ruhlarıyla aralarında…
Uyum içinde olamamanın yarattığı...Büyük uçurumlar…
Aynaya baktıkça,Yaşadıkları, üzüntüleri, korkuları…
Tekrar tekrar hatırlamaktan korkarlar..
Gerçek Benliklerine ulaşmaktan…
O uçurumları görmekten korkarlar..
Bilirler ki hepsinin yansımasıdır aynadaki BEN…
Ama barışmalı geçmişimizle, yaşadıklarımızla…
Kabullenmeli her ne var ise…
Bakabilmeli aynadaki Ben’e Olduğu gibi Sevebilmeli…Kabullenmeli…
Bazen özlerim içimdeki Ben’i..
Görmek, hissetmek, ulaşmak isterim…
O duygu yoğunluğunu tekrar tekrar yaşamak…
O anda geçerim aynanın karşısına..
Bakarım aynadaki yansımama,
Bir süre sonra yansımamdaki BEN; bana bakar…
Baktıkça aramızdaki bağ kuvvetlenir..
Ben; bana bakarken unuttuklarımı hatırlar…
Hatırladıkça daha çok bakmak isterim…
İşte o an bilirim Ben kimim…Severim aynaya bakmayı…
Aynadaki BEN’de bana bakmayı…
Kısacık bir an bile olsa…
Ruhumla yalnız kalmayı…
Severiz biz birbirimizi…
Sevgiyle kucaklarız her anımızı…
Korkmayız birbirimizden...
Ve işte o AN'da;
Aynadaki yansımamla…
İlk önce BEN olur…
Sonra BİZ olur…
Ve tamamlanır BİR oluruz…
Sevgiyle kalın....

NOT: Gönderen Burcu Gökçek...

Yüreğine sağlık Burcu... Aynasızlar napıcak... Ayna satışlarında patlama yaşatacak: ))))
Ancak ekleme yapım bazıları da fiziki görüntü bazında aynaya değil sadece ruhuna bakabiliyor... Sürekli onu görebiliyor... Aynaya bakmayı sözel anlamda değerlendirirsek sanırım şu soru özetler diye düşünüyorum: BEN KİMİM? İnsanın kendisiyle tanışması için bir yerlerden başlaması gerekiyor sanırım... Kolay gelsin...

19 Ağustos 2008 Salı

YOLCUDUR ABBAS

Ve Çalış-ma yazısının ardından belli dönemlerde alın terinin soğuması için çalışmamak, yasal ve özel izni kullanmak gerekiyor. Önce memleket ve hayırlı bir iş, ardından da kalıbı dinlendirme zamanı... Memleket sonrasında yüreğimin götürdüğü yerdeyim... Elveda... Kendinize, yüreğinize ve sevdiklerinize iyi bakmanız dileğiyle...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

DEPREM

9 yıl önce 17 Ağustos 1999... Saat 03.02... Ev arkadaşım Hasan'la Silivri Kapı'da oturuyoruz. Ben uyuyorum. Hasan bağırıyor, "Kalk kalk deprem oluyor." Önce şaşkın sonra anlatımı sözlerle hafif kalan yerin altından mı üstünden mi gelen garip bir ses ve sallanma... Şaka sanıyorum ama olayın ciddiyetini anladıktan sonra dualara başlıyorum. Hayatımda ilk defa diğer insanlar gibi ben de ölümle tanışıyorum ve bu kadar yakın oluyorum sanki... Herkes sokakta... Bağıranlar, ağlayanlar. Daha sonrasında artçılar... O sırada sevdiklerinize, değer verdiklerinize ulaşmak istiyorsunuz telefona sarılıyorsunuz ama hatlarda da deprem var... O anı dün gibi yaşıyorsunuz ama bir bakıyorsunuz üzerinden çok şeyler geçmiş. O depremde binlerce insanı kaybettik, hepsinin mekanı cennet olsun... Ama gidenlerden bir farkımız bizim hayatımız devam ediyor. Belki o dönemde o depremi yaşadık ama yıkılmadık, ayakta kaldık, daha doğrusu bırakıldık... Ciddi bir biçimde uyarıldık... Ecel bize biraz daha süre tanıdı. Azrail "Beni unutma" dedi. O deprem sonrasında insanların duygusallığı ve hayatın bir anlamda boş olduğu da gözler önüne serildi. Ancak yaşam devam etti. Ve ben bir gün sonrasında yine bir şey olmamış gibi işteydim. Sadece ben mi mesai arkadaşlarım da... Gazetedeyken bile artçılar devam etti. O sırada gördüğüm ilginç insan portleri de vardı. Bir artçı deprem sırasında bazı insanların hayata ne kadar sarıldığını, ölümden korktuğunu da gördüm. Benim ve bazı arkadaşlarımın tepkisiz kaldığı anda masanın altına kaçanları mı dersiniz, kocaman bir kolona sarılan ama iki elini birleştiremeyen ağabeyleri mi? Bu hayatın gerçek, komik ve biraz da acı yüzüydü. Ayrıca depremin insan psikolojisinde bıraktığı izleri düzeltmek kolay değildi belki de ama her geçen gün şiddeti azalıyor ve insanlar normale dönüyordu.
O deprem sonrasında İstanbul'un olumsuz yönü, bir anlamda olumluya döndü. Tanışmayan kapı komşuları tanıştı, yabancılara yardım eli uzatıldı. Zorluk ve sıkıntı anında Türk insanı gerçek kimliğini ortaya koydu. Tabii ilginç durumlar da yaşamadım değil... Bir kaç gün evde değil dışarıda yattık. İki yatak çıkarmaktansa tek yatak çıkarmayı uygun gördük (ikinci yoktu zaten :)))) Camii avlusundayız ve ben işten yorgun gelmişim. Saat 23.00 gibi. Hasan'la aynı yatakta yatacağız haliyle. Çevremizde kadınlı erkekli aileler dolu. İnsanların yiyecek içecek neyi varsa paylaştığı bir dönem... Ben uyumak istiyorum haliyle Hasan'da uyuyacak... Ve ikimiz birden tek yorganın altına giriyoruz camii avlusunda kadınlardan toplu bir ses: HAHAHAHA... Sanki insanlar bizi izliyormuş. Hepsi biz yorganın altına girdiğimizde gülmeye başladı. Onlar güler de biz gülemez miyiz. Hiç bozuntuya vermeden Hasan'la ben de kafamızı çıkarmadan bu olumsuz andaki kahkahalara katıldık... O depremde belki ölümle burun buruna geldik ama 9 yıl boyunca yaşama devam ettik. Yeri geldi tamamen unuttuk, yeri geldi aklımıza geldikçe üzüntüyle ama yaşamın bir parçası olarak hatırladık.
***
O dönemden kalan unutamadığım bir acı, anı... Bir kaç yıl sonra muhabirken tanıştığım avukat bir abla vardı. Sohbeti çok tatlı bir insandı. Gördüğümde çok değişmişti. Zayıflamış, yüzündeki gülücükler yerini hüzne dönüştürmüş ve farklı bir yapıya bürünmüştü. Depremden kalan bir insan inşaatı modundaydı. Ve o depremde yaşadığı olayı bazan ağlayarak, bazan şükrederek anlattı. Avcılar'da oturuyordu ama deprem günü yanılmıyorsam Asya yakasında yani karşıda bir yakınlarına misafirliğe gitmişlerdi. Depremde evde değillerdi. Bir gün sonra döndüklerinde ise oturdukları apartmanı bulamadılar. Yoktu, çökmüştü çünkü...
O deprem sonrası ekonomik durumu iyi olanlar evlerini satıp zemini sağlam olan Sarıyer tarafına taşındılar. Bu kiminin kaderi kiminin ise ekonomik anlamda kendi seçimiydi. Evet şimdi de yeni bir deprem bekleniyor... Hangimiz o depremden ders aldık, hangimiz korunma yollarına gidebildik. Yüzde 60'lık dilimimiz sanırım buna olumsuz yanıt verecek veya verdirilecektir...
O dönemde binlerce insan topluca gitti. İstanbul'da beklenen büyük depremde de sanırım bu binler acı ama yüzbinleri bulacak (Allah göstermesin) Belki ben belki sen veya sizler (İstanbul'da yaşayanlar için) bunu yaşayacağız. Bizler olmasa bile yakınlarımız, dostlarımız veya insanlık bunu yaşayacak. Neden? İnsan hayatının önemini ikinci plana atıp ekonomik çıkarı düşünen ve böylesi bir yapılanmaya izin verenler adına, önlem almayanlar adına... Tabii burada sorumluluk sadece vicdanı paraya satanlarda değil, biraz da bu ticaretin bir parçası haline gelen bizlerde...
Hayırlısı... Ölenlere bir kez daha Allah rahmet eylesin, mekanları cennet olsun...
Ayrıca özetlersem deprem sadece yerleşim anlamında (oturduğumuz bina) değil hayatımızın her alanında (ekonomik, psikolojik, fiziksel) olabiliyor ve zaman zaman oluyorda... Sanırım önemli olan AYAKTA KALABİLMEK... O dönemden kalan yıkımları önlemek ve daha da güçlü hale gelebilmek. Yoksa en ufak öncü ve artçılarda bile hasar büyük olabiliyor...

14 Ağustos 2008 Perşembe

ÇALIŞ-MA

Saat 02.35... İşteyim ve derin bir "oh" çektiğim an... Daha yeni kendime gelmişim yoğunluk bitmiş... İnsan ister istemez düşünüyor, kimin için, ne için çalışıyorum... Belki de şu anda uyuyan belki kadehini yudumlayan, belki dünyevi zevklerini icra etmekte olan patronlarım için :))) Bu ilk etapta sitemkar bir yakınma gibi görülüyor olabilir ama sonuçta gerçek... Ama asıl cevap tabii ki kendim için, ailem için (yük olmamak adına) ayakta kalmak için... Bu sadece benim için değil, emekçi olan ve kendi tırnaklarıyla çabalayan insanların kaderi olsa gerek...
Kötü bir kader mi? Tabii ki değil. Ancak benim, senin, onun, bizim, sizin ve onların çalıştığı yerlerde "adalet" kavramı varsa... Küçük bir hatırlatma... Ülkemizde bir çok "Adalet"in görüldüğü (!!!!!) saraylar vardır ama çalışanları nemalanmakta, adalet arayan kostümlüler ise eli cebinde dolaşmak zorundadır. Yoksa dosyanız tozlu raflarda bekler (İstisnalar hariç)...
Genelde bütün işçi kesiminin ruhunda mı vardır mayasında mı ama "isyankarlık" vardır. İçinde bulunduğu şartlar ve durumdan yakınma, daha fazlasını isteme... Oysa insan işsiz kaldığında "Ne iş olsa yaparım" der... Ama işe girince ve ortama alışınca sitemler başlar... Bu da olayın patron penceresinden görünen tarafı.
Aslında geniş ama konu konuyu açınca bir anda "amelelik modundan" düşününce "patron koltuğuna" oturur hale gelebiliyor insan... Lidyalılar sağolsun bulmuş parayı, köle etmiş insanları... Bazıları ayakta kalmak adına, bazıları metalik zenginliklerine yeni metaller katmak adına esirleşmişler, onur, gurur ve vicdanlarını nasırlaştırmışlar. Veya bazıları bir daha aynı durumu yaşamamak adına aldırmış bu duyguları... Çalışmak güzeldir ama doğru yerde, doğru insanlarla ve doğru patronla... İnsan bunları hissettikçe daha bir mutlu daha bir özverili ve daha bir verimli olur. Ancak saf duygularla başlanan ve alın teri dökülen emek, çift karakterliler girince devreye, yitirir diğer duyguları. Bir tek vicdanı kalır (tabii varsa) Onun da amacı aldığı paranın hakkını vermek.
Sokakta çevrenizde yaşlı insanlar görürsünüz. Yüzünde hayatın çizgileri ve bu süreye kadar yaşadığı kara tablonun mizahı vardır... Bazılarını görürsünüz içiniz gider... Gencecik çocukları orada burada gönül eğlendirirken onlar çocuklarına eğlence harçlığı çıkarmak adına çalışırlar anne ve babalık duygusuyla (Herkes değil tabii ki). Toplum olarak baktığınızda kadınlar daha fazla yaşar... Bunun da nedeni çok çalışmalarıdır. Onlar belki farkında belki değildir ama hayatlarının terapisi işleridir. Düşünüp kendi kendilerini yemektense beyinlerini işle meşgul edip bir gün daha ileriye atarlar ömürlerini...
Sonuç olarak baktığınız zaman karamsar, işinde mutlu olmayan, düzene isyan eden bir profil çizmiş olabilirim. Yoo bu gerçekleri kabullenmedir... Ayrıca işinde başarısız olan, amcası, dayısı ve hatrı olmayanlar erken emekliye ayrılır :))) Bu isyan değil bir anlamda durum tesbiti desek daha doğru olur... Evet bu yıllar isyanların vardı ve hassattı... Yeri geldi bir günde bazı değerlerim adına bastım istifayı gittim. Ama zamanla bu düşüncemi törpüledim. Törpülemek zorundaydım. Haa bu kesinlikle yine o duygu ve düşüncelerimden ödün verdiğim anlamına gelmez. Yine o günkü durum ve olayları yaşayayım yine aynı tepkilerde bulunurum sanırım. Ama anlatmak istediğim ve gördüğüm herkes her işi yapabilir ama bunu isteyerek, severek yapmaz. Yere düşmemek ve istediği güzelliklere ulaşmak adına bir araç olarak kullanmak için yapar ve yapmalı da. Ne zamana kadar... Vicdanı, onuru, gururu ve iş gücü bitene kadar. Bunlar bitmişse zaten (istisnalar hariç) günümüz düzeninde bir yerlere gelinmiş demektir...
İsteyen istediği mesajı alabilir, hatta cepten cebe de yollayabilir. Yok gerçi yollamayın. Orada bile bir sömürü düzeni var :))) Emek harcamadan alın teriyle kazanılan paranın kolay harcaması... Yeni saçmalıklarda buluşmak üzere :)))


13 Ağustos 2008 Çarşamba

ORTAYA TEK KARIŞIK

Bir gün bir arkadaşım dedi ki: Denizin üzerinde yürüyebilir misin? O an içimden "Bu kafayı yemiş" demek geldi ve dedim de. Tıpkı şu anda ilk soruyu okuduğunuzda bir çoğunuzun verdiği cevap gibi... Bu yaklaşık 7-8 sene önce filandı... Şu anda bu soru sorulsa cevabım EVET'tir... Reel anlamda buna inanmasam da böyle bir şeyin olabileceğine inanıyorum ve bazan az da olsa yürüyorum ama okyanusa açılmayı düşünmüyorum. Henüz erken :))) Benim de normal olmadığımı düşünebilirsiniz... İnanmak başarmanın yarısı olmasa da en azından inanç kapısını çalıyor :)) Peki bu olay fiziki anlamda bu mümkün mü? Basit cevap tabii ki HAYIR... Ama bunu çok düşündüm ve bir gün ansınız durup dururken "EVET" cevabını verdim. Evet insan isterse denizin ürezinde yürüyebilir... Bunu genel anlama yayarsanız ve mesajı alırsanız şu sonuç çıkıyor sanırım ortaya... Veya size göre çıkmayabilir ama sanırım ben bu sonuca vardım ve ilerliyorum... İnsan istedikten sonra yapamayacağı bir şey yok... Ayrıca "imkansız" diye de bir şey yok. Bunu gerçek anlamda askerde de yaşamıştım. Orada ilk etapta "bana şunu şunu yapacaksın" dediler içimden güldüm ama tezkereyi aldığımda ben o imkansız gördüğüm şeyleri yaptım... Ergenekon'da çıkmamış şaşırdım :)))
Diğer bir bakış açısıyla bir çoğumuz hayallerle yaşamıyor muyuz. Yarınlara bıraktığımız hayaller, beklentiler, istekler...

Size kafayı yediğime dair :)))) çocukluktan bir örnek. Belki kafanızdaki benimle ilgili düşüncelerinizi daha da güçlendirir... Benim bisikletim olmadı... Oysa bisikletim olmasını çok istiyordum. Allah inancım vardı. Bunu restleşme olarak görmeyin ama çocukluk olarak görün... O zaman Allah'a yalvarıyordum ve tövbe tövbe 'varlığını göster' diyordum. Bacaklarımı açıp gözlerimi kapatıyordum. Bana bir bisiklet ver diyordum...

Bu denizde yürümeye inanan birinin "evet" cevabının ne kadar mantıklı olduğunu gösteren güzel bir örnek :))) Bunu özellikle veriyorum ki düşünmeye pas tutmuş bir yerleriniz belki uyanır. Veya en güzeli düşünmeden "Kafayı yemiş bu" sonucuna varın. Çünkü en kolayı... Ama hayır öyle olmayacak... Sizler de benim gibi bisiklet istemeseniz de buna benzer saçmalıklarınızı veya isteklerinizi, hayallerinizi hatırlayıp nostalji yapacaksınız. Ha öyle bir istek duymadıysanız "siz normal değilsiniz" derim... Bu kadar yeterli kafa karıştırmak için :))) Ben karıştım sizi bilmem...


NOT: Bu arada resimdeki bayan da yürümeye inanmaya başladı. Prova yapıyor. Yanına yakışıklı erkekler bekliyor... HAHAHA

11 Ağustos 2008 Pazartesi

ORTAYA KARIŞIK

Çocukluk ve gençliğimin hataları bugünümün doğrularını yaratıyor. Şu anki beni, seni ve bizi oluşturuyor... Ama gariptir ki bugünün doğrusu yarınlarda yine değişebiliyor...

Evlilik cahil cesareti ister... (Şu an için bende yok :)))

Hayatta rastladığın ve iletişime geçtiğin herkes tesadüf değildir, mutlaka bir amacı veya mesajı vardır... (Tam katılmasam da:)))

Hayat, bize sunulmuş kredisi de olan bir karttır. Kimisi vadesiz hesabı kullanır, kimisi ise krediyle birlikte kendini de tüketir.

O an yaşanan üzüntülere ileride "İyi ki" diyebilmek ve geçmişteki o ruh haline kıçınla gülebilmek yaşamın anahtar kelimelerinden biridir.

Acı varsa tatlı da vardır... Acı arasına tatlı karıştırabilmek mideyi bozabilir ama acını hafifletir. Fazla tatlı arasında ise acı tatmak şeker komasından kurtarır :)))

Sürünmeye alışan koşmakta zorlanır.

Figüran olduğumuz halde başrole soyunmak filmin tadını kaçırır.

Çocuklar, babaların ve annelerin (özellikle baba) iç dünyalarındaki gençlik yansımalarıdır.

Hedefi ıskalamak, hedefsiz olmaktan daha iyidir.

Herkes hayat denizinde olabilir ama kimi dalgalara kapılır, kimi ise istediği adaya kulaç atıp demirler.

Aşk ifade edilemeyen, söylenemeyen ama gösterilen duygular bütünüdür.

Parayla her şeyi hatta insan bedenini bile satın alabilirsin ama yüreğini asla.

Aynaya sürekli bakan mutlaka ellerini kullanıp bir takım düzenlemelerde bulunur.

Herkes aynı şeye bakar ama aynı şeyi göremez.

Düz sevmeyene ters gidilmeli...

Herkesin bir aynası vardır, kimininki dev, kimininki duvar, kimininki cep kimininki ise dikiz aynası... Olmayanlar da malumdur :)))

Bazı zenginlerin rüşvet parası, fakirin büyük ikramiyesi olabilir

NOT: Belli dönemlerde aklıma gelen veya okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, iletişim halinde olduğum insanların bana kazandırdığı veya birebir ilettiği karışık mesajlar... Sonu yok ama şimdilik bu kadar...

10 Ağustos 2008 Pazar

BİR ÖYKÜ

Daha 18 yaşındaydı, ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı.
Kahır içinde eve kapamıştı kendini. Sokağa çıkmıyordu. Annesi. Bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı. Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa. Bir yığın vitrinin önünden geçti. Tam bir CD satan dükkanını da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar. Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte. İçeri girdi. Kız gülümseyerek koştu ona. "Size nasıl yardım edebilirim" diye. Nasıl bir gülümsemeydi o. Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı. Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi. Rastgele bir plağı işaret ederek. "Evet. Şu CD'yi bana sarar mısınız?" Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi Aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü, açmadan dolabına attı.
***
Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan. Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda. Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi. Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice. Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan. İki gün sonra evin telefonu çaldı. Anne açtı telefonu. CD Dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan. Delikanlıyı istedi. Notunu yeni bulmuştu da. Anne ağlıyordu.
"Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik oğlumu."
Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı. Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir CD vardı, bir de minik not. Merhaba. Sizi öyle tatlı buldum ki. Daha yakından tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı. Sevgiler. Jacelyn!" Anne bir paketi daha açtı. Onda da bir CD ve bir not vardı. Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık. Sevgiler. Jacelyn!.."
***
Unutmayın. Düşündüğünüz şeyi mutlak söyleyin. Birini seviyorsanız, söyleyin ona. İçinizdekini söylemekten korkmayın. Birisi hakkında ne hissediyorsanız söyleyin ona. Ve hemen söyleyin. Hemen. Çünkü, doğru zamanı bekler ve "İşte simdi tam zamanı" derseniz, bir bakarsınız çok geç olmuş. Gününüze sahip olun ki, pişmanlıklar yaşamayasınız. Hepsinden önemlisi, dostlarınıza, sevdiklerinize, ailenize hep yakın olun. Çünkü bugünkü insan olmanızı onlar sağladı, sizi onlar şekillendirdiler. "Seni seviyorum" demekten sakın ama sakın çekinmeyin, utanmayın, korkmayın!.. Yaşamı yaşanmaya değer yapan şey sevgidir. Ancak sadece sevgi değil nefret de insanın kendi mutluluğu için söylenmelidir.

Sevgiyi gizlemek kanser gibi ölümcül bir şey olsa gerek.
NOT: Bu çok eski ama güzel bir hikaye. Okumamış olanlar için... (Ayrıca resimle bu konunun ne alakası var dimi: İlk etapta bencede... Sonrasını biraz siz düşünün)

YORUMSUZ

Kasap Erdal Bilir dükkanından sucuk çalan hırsıza cama astığı yazıyla şu mesajı göndermiş...

İŞ BAŞVURUSU

Tamamen gerçek bir olaymış!! Yaşanmış bir iş başvuru hikayesiymiş... Yeni Şafak Gazetesi yazarı Mustafa Özel'in köşesine taşıdığı, yaşanmış çok ilginç bir iş başvurusuna internette rastladım ve okumamış olanlar için paylaşmak istedim. Alttaki işbaşvuru formunu dolduran Mehmet Tartar'ın başvuru formuna yazdığı cevaplar:
1. Adınız Soyadınız:
Mehmet Tartar
2. Yaşınız:
Yirmi sekiz.
3. Şirketimizdeki hangi pozisyon için başvuruyorsunuz?
Mümkünse yatay bir pozisyon için. Eğer daha ciddi bir cevap istiyorsanız, ne iş olsa yaparım. Şart öne sürebilecek durumda olsaydım, burada bu formu dolduruyor olmazdım.
4. Düşündüğünüz ücret:
Aylık 5.000 YTL maaş artı yıllık kardan yüzde 10 hisse! Eğer bu mümkün değilse, siz bir ücret önerin, ben size "evet" yahut "hayır" derim.
5. Eğitiminiz?
İdare eder
6. Son işiniz?
sadist bir şefin deneme tahtası olmak.
7. Son ücretiniz:
Hak ettiğimin çok altında.
8. Önemli başarılarınız:
Arakladığım kalemlerden muhteşem bir kolleksiyonum var; evde sergiliyorum.
9. İşten ayrılma sebebiniz:
Bkz. Cevap 6.
10. Size ulaşabileceğimiz saatler:
Banka atm'si gibiyim: 7/24.
11. Çalışmak istediğiniz saatler:
Pazartesi, Salı ve Perşembe 13.00-15.00 arası.
13. Şimdiki işvereninizle görüşebilir miyiz?
İşverenim olsa burada olmazdım.
14. Fizik durumunuz 20 kilogramdan fazla taşımanıza engel mi?
Belli olmaz, ne taşıdığıma bağlı.
15. Otomobiliniz var mı?
Evet, ama soru yanlış sorulmuş. "Çalışır durumda bir otomobiliniz var mı?" diye sorsaydınız, cevabım farklı olurdu.
16. Daha önce bir yarışma veya madalya kazandınız mı?
Madalyam yok ama lotoda iki kere 3 tutturdum.
17. Sigara içiyor musunuz?
Otlanacak bir enayi bulabilirsem.
18. Beş yıl sonra ne yapmayı hayal ediyorsunuz?
Bana tutkun zengin bir fotomodelle Bahama Adaları'nda yaşamayı. Bir yolunu biliyorsanız bunu beş yıl beklemeden de yapabilirim.
19. Yukarıdaki bilgilerin doğruluğunu taahhüt ediyor musunuz?
Hayır, ama sıkıyorsa aksini iddia edin.
20. Sizi bu başvuruyu yapmaya iten gerçek sebep nedir?
Birbiriyle tutarlılık derecesini kestiremediğim iki cevabım var:
a) İnsan sevgisi ve tüketicilerin iyi beslenmesine katkıda bulunma arzum.
b) Gırtlağıma kadar borca batmış olmam..
SONUÇ: MEHMET TATAR İŞE ALINMIŞ


6 Ağustos 2008 Çarşamba

KİLYOS

13 yıldır İstanbul'dayım ama son dönemlerde farkettiğim burnumun dibinde olan güzellikleri veya imkanları göremediğim. Bunu Ağva turu ile yaşayıp geçtiğimiz hafta sonu Kilyos'a giderek biraz olsun pekiştirdim. Kilyos'un adını duyardım ama bir türlü tanışmaya fırsat bulamamıştık. Arkadaşlarla sohbet anında gece ortaya atılan güzel fikri sabah hayata geçirmek o kadar zor olmadı. Tabii uykucu ben böylesine değişik ve monoton giden hayata renk katma adına arkadaşlardan önce kalktım. Çalar saat moduna bürünüp onları uyandırdım... Kankim Ahmet ve kanki olma yolunda beraber ilerlediğimiz Bülent'le (Tavla bilmezler ama olsun :))) Sarıyer'de börek yaptık (mekanda karşı cinsten ilgi bekleyen garip tiplere de rastladık :)) yaklaşık yarım saat bile sürmeyen bir yolculuk sonrası Kilyos'a adım attık. Sabahın 11'i olduğunu düşünerek sessiz sedasız bir atmosferle karşılaştık. Böylesine yakın plaj ve doğanın bütünleştiği bir mekanın varlığına hem sevindik hem de geç tanışmanın üzüntüsünü yaşadık. Zaten biraz da doğal ve temiz hava etkisiyle çarpıldık. Halktan uzak kalmayı hiçbir zaman tercih etmediğimiz için Halk Plajı'na daldık. Ancak tarifeler farklıydı. Şezlonglu bölüm için giriş 20, kuma saplanıcam dersen 10 YTL idi (Tabii bu hafta sonu tarifesi). Haliyle her ne kadar halktan olsak da kıçımızın kıymetini bilmek ve sonuçta keyif için geldiğimiz sahilde yatmak adına paraya pula kıymadık. Akdeniz ve Ege'yi istila eden malum yabancıları orada da gördük ve şaşırdık. Plajın belli bölümleri onların (özellikle Rus) hizmetinde. Ve ilginçtir tur şirketleri getiriyor... 7'den 70'e her türlüsü var...
Ön saftan yerimizi kaptık, karşımızda sırasını bekleyen demir atmış yalnızlığa havasındaki gemilere bakakaldık. Dalgalar "hoşgeldiniz" edasında bize her defasında yaklaştı biz ise soyunup ona sarıldık... Sıcak bir atmosferde "buz" gibi bir su... Kumsal git git bitmiyor, ancak saolsun inşaat hizmetlerimiz için denizden çalınan (pardon alınan) kumların boşluğu bir anda seni içeriye çekiyor... Yerinde dursan fazla uzun sürmez Karadeniz mi olursun Karabatak bilinmez... Dalgalar güneşi takip eder gibi giderek yükseliyor, akşama doğru ise birilerine kızmış gibi iyice hararetleniyor. İnsanlar ise onun iç dünyasına dalarak sakinleştirmek isterken biraz da onun hırçınlığından keyif duyuyor. Plajda her türlü yeme içme mevcut hemen hemen. Ancak biraz denizin etkisinden midir biraz TUZLU :)) O nedenle ekonomik menü düşünenler hemen girişte akşama kadarki ihtiyaçlarını gidermek adına stok yapabilirler. Bu da benim için kısa metrajlı bir filmdi ama gerçekten güzel bir filmdi. Kalmak isteyenler için oteller de mevcut. Plajda oda da kiralayabiliyorsunuz. Her ne kadar lüks olmasa bile KİL yok ama eğleniYOSunuz :))) Ulaşım açısından Sarıyer dolmuşlarına binip son duraktan Kilyos aktarması yapabilirsiniz. Gidin, gezin, görün...

5 Ağustos 2008 Salı

ÖZGÜRLÜK

Özgürüm, özgürsün, özgürüz... Düşünüldüğünde herkesin kendine göre özgürlük alanları vardır ama bu özgürlükleri kısıtlayan istekle sınırlı sorumluluklardır. Mesela özgürlük dendiğinde ilk akla gelen hapishanedir belki... Ancak hapis yatan şair ve yazarların ürünlerine baktığınızda en güzel meyveleri oradaki özgür düşünceleriyle vermişlerdir. İnsanları bedenen ve davranış anlamında kısıtlayabilir, özgürlüklerini elinden alabilirsiniz ama düşünmelerine asla hükmedemez, zincir vuramazsınız... Çocuklukla başlayan engellemeler ve özgürlüğe vurulan ketler, gençlikte hem artar, hem azalır. Tabii bunlar genelde düşünce bazında değil davranış anlamındadır. Bir anlamda bu davranışsal engellemeler, özgürlük alanında gelişecek düşüncelerin de önünü kesebilir. Ancak olgunluk döneminde hele hele gerçek hayata atıldığında insan tamamiyle kendi kanatlarını çırpar... Kimisi yüksek uçar, kimisi istikrarlı açılır, kimisi ise yerinde sayar... Bunlar muhtemel olanları. Sonuçlarına bakıldığında bir anda havalanıp yere çakılmak da vardır, istikrarlı gidip daha fazla yol almakta. Ama sonuç olarak özgürlük her anlamda bizim elimizdedir. Kafadaki özgürlüğün bedene geçişinde kısa devreler yaşanabilir, bazan sigortamız atabilir ve bunun neticesinde önemli dersler alabiliriz... Olumlu yönden bakıldığında ise belli bir süre kafeste tutulmuş bir güvercinin özgürlüğe bırakıldığında bile gelip sizi bulması onun özgür olmadığı anlamına gelmez. Alışkanlıkların ve haliyle özgür düşüncesinin sonucudur.
Tek kişilik bir hayatta özgürlük kavramı, (bunun adı sorumsuzluk değildir) daha gelişmiş görülür ve her anlamda sınırsızlaşabilir... Ancak iki kişilik yaşamlarda bir anlamda özgür düşüncedeki bencillik yerini çift kişiliğe çevirir... Bir diğerini düşünme o an için bizim özgür irademize imalı selamlar verebilir, vermeli de... Sonuç olarak içinizdeki çocuk gibi beyninizde var olan ÖZGÜR ile en son ne zaman görüştürüz... Selam verin AYIP olmasın :)))
SONUÇ: Aslında özgürlüğü yazdım ama sizin özgür düşünmenizi biraz olsun engelledim. Çünkü size yanlış gelen kendi doğrularımı (bence) ifade ettim. İSTEDİĞİNİ DÜŞÜNEBİLİRSİN, ÖZGÜRSÜN... Ayrıca eleştirmek de güzel bir özgürlük. İşte özgürlük bu.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

YASEMİNCE

Burcuca başladık, Aydınca devam ettik ve Yasemin'den olumlu olumsuz eleştiriler aldık... Hiç aklımda olmayan düşünceleri söyledi bana... Haliyle bu eleştirilerine yanıt verebilmem için onu yazıp bir anlamda hem cevap vermek hem de onu düşündürmek benim adıma farz oldu...
Burcu'da "kendimi", Aydın Abi'de bir anlamda "geleceğimi" gördüm (umarım bekarlık kısmı olmaz :))) Peki Yasemin'de ne gördüm... Herkesin bir hikayesi, yaşam tarzı, idealleri, felsefesi ve amacı vardır... Yasemin'in ideal ve amaç kısmından çok yaşantısını anlatırsam sanırım "Böyle insanlar var mı ya, kaldı mı?" sorusuna yanıt vermiş olurum...
Yasemin'le (önce ablaydı, sonra yaso oldu sonra yeri geldi ana) tanışmamız Akşam Gazetesi'ndeki ilginç iş başvuruma dayanır. Aynı üniversite ve bölümden mezunuz. Ben bir alt dönemim... Neyse Yaso'yu gazetede ilk gördüğümde "İstihbarat Şefi" rolünde sürekli çalışan birilerine birşeyler söyleyen bir anlamda oranın eli ayağıydı. Ve bu servis bayanı az bulunan Spor Servisi'ydi. İlk etapta "burada ne işi var?" denebilir ama daha sonrasında "F.Bahçe" ile pardon sporla bütünleştiğini hatta sarı-lacivert rengi her yerinde taşıdığını görebilirsiniz... Neyse buraya kadar normal.
Günümüz ortamında anormal olan duruma gelim... İstanbul'da yaşayan bayanlar için özellikle büyük bir kesimde önyargı sonucunda "güvensizlik" vardır. Yaso ise çok ama çok farklı bir insandır. Ben bu yaşa gelip (alınma yaso yaş da bir gerçek :)) bir takım değerlerini kalıcı hale getirip koruyan birilerine fazla rastladım. İstanbul gibi bir ortamda dejenere olmadan ve aynı yaşam tarzına, önem verdiği kavramlara sadık kalarak ve hayata sürekli kalite katarak yaşayan nadir insanlardandır Yaso... Bunun da nedeni sanırım kimliğindeki Anadolu'dur... Kartviziti de iyidir, nerede nasıl davranacağını bilir, haftada en azından bir kitap bitirir, asıl önemli olan da sorumluluk sahibidir... Ama tek zaafiyeti demim ama (onun da yakındığı durum sanırım) uzun bir süre sorguladığı fakat çözüm bulamayıp zamana bıraktığı EVLİLİKTİR... En iyi insanı hak eder... Aynı gazetede çalışırken Ramazan'da "anamız" olur iftar soframızı hazırlardı... Spor servisi çalışanlarının Ahmet Arif'in dediği gibi "küfretmek" (türkü söylemek kısmı değil) yiğitliğini gösteren erkeklerinin onun orada olduğunu hissetmesi bir anlamda utandırmak için yeterdi. Ama bazıları bu duygularını aldırmıştı :) Onlar kendini biliyor!
Neyse sözün kısası Yaso kendince doğrularına inanan, gelenek ve göreneklere özellikle de ailesine bağlı, işini sonuna kadar temiz yapan, hata yaptığında kendi kendine kızan, duygusal anlamda gözleri suya çalan, hapşurmasıyla meşhur olan bir ablamızdır...
Tanımayanlar iyi de bundan bize ne diyebilir? Evet genel anlamda size ne? Ama özel anlamda bu mesaj hepinize, hepimize... Bizim bazı değerlerimiz ne alemde... Onların bazılarını kırdık veya yıktık da ne oldu? Biraz düşünmek gerek galiba... Yasemin'i biraz daha yakından tanımak isteyenler http://www.petitinyeri.blogspot.com/ yazılarını takip edebilirler... Yaso reklamını yaptım. Belki kısmet çıkar :)))))))))))