30 Mayıs 2008 Cuma

BOĞAZ'A SARILMAK

Hani büyük ve çekici şeylerin artıları fazla gibi görünür ama aslında eksileri daha çoktur. Mesela İstanbul… Yaklaşık 13 milyon insanın stresten, iş yoğunluğundan, teknolojiden ve sunduğu imkanlardan kaybolduğu koskoca bir metropol… Bir zamanlar görmek için can attığım ve kaderimi sorguladığım yer… İstanbul’a gelmeden önce küçük bir bakkalımız (Üniversiteyi kazanınca kapattık) vardı. Liseden arkadaşım olan Mustafa Köse (Yüzbaşı) ağabeyi burada polis olduğu için İstanbul’a gelirdi… Ve o İstanbul yolculuğu öncesinde bavulunu bizim bakkala koyardı. Ben kasada oturmuş bavula bakardım ve saçma gelecek ama şu soruyu sorardım bavul görünümlü hayata: “Ya şu bavul, İstanbul’u görüyor, ben göremiyorum.”
Ve hayat bir dönemler uğruna bavul olmak istediğim o şehre beni getirdi, getirmekle kalmadı, elimi kolumu da bağladı. Biraz mesleğin biraz da İstanbul’un stresi ilacım oldu. 20’li yaşlara kadar memleketimde sakin hayatın bedelini öder hale geldim. Yerine göre mutlu, yerine göre mutsuz faturalarla karşılaştım ve hala da karşılaşmaya devam ediyorum. Pişman mıyım? Değilim. Ama bazı değerlerin değişime uğramasının kendi içimde sorgulamasını yaşıyorum ve yaşamalıyım da…

29 Mayıs 2008 Perşembe

ÜZÜNTÜ VE MUTLULUK


Ağlamakla başlar hayat, taa ki biri sana "cici cici" diyene dek
Çevrendekiler sevgiyle kaş göz eder, sende gülücükler saçarsın
Kimini zamanla bağrına basar, kimini ise unutur gidersin
Ama hep çocuksu gülümsemenin arkasında anlamsızlık yüklüdür
Ne zamanki kendine geldiğinde "birine hayır" diyene dek

***

Hayat belli bir yere kadar üzüntülerden uzak gülümsemeyle bütünleşmiştir
Ne zaman biri acılı bir pandik attığında o tebessüm yerini gözyaşına bırakır
Tabii bunlar çocukluk evrelerinin "pembe tabloları" gibi görünür
Oysaki ileriki zamanların da habercisidir bir ölçüde
Cici ciciler "bilinçli sevgilere" pandikler ise "dost kazıklarına" dönüşür

***
Belli bir süre sonra gülümsemeyle indiğin inişleri yavaş yavaş yokuş alır
Bir gün ağlamaklı olursun o git gide yükselen hayat merdiveninde
Hiç tanımadığın insanlar sana elini uzatır "gel beraber çıkalım" diye
Harbi sen isen önce düşünürsün yoksa o insanın bedenini bile kavrarsın
Bilemezsin bu hayat merdivenini yalnız çıkmanın verdiği mutluluğu

***
Bir gün öyle ya da böyle geçer hayat, sorgulamazsın pek zamanı
Doğum günlerinde üflediğin mumların sönmesinin ardından yaşlandığını
Bilirsin ama bilmemezlikten gelirsin tıpkı sorunlardan kaçtığın gibi
Üzüntüyü her an yaşarken Mutluluğu nadasa bırakırsın
Keşkeler hüznünü arttırırken tükenmeyen umudun terazi olur hayatında

***
Hayat çok garip ama aynı zamanda dünün nakaratı gibidir
Eğer bu tekrarlara gün be gün yeni bir şeyler katıyorsan
Ve her geçen gün bakış açını kelime dağarcığını geliştiriyorsan
İşte bu senin hayatın, buna ne iniş ne yokuş dayanır
Sana uzatılan eller için de "işte bu" diye seçim yapman revadır

***
Üzüntü insana o kadar yakındır ki sanki sana selam verecekmiş gibidir
İstersen o selamı almaz ve hiçbir sorumluluk hissetmezsin
İstersen "aleykümselam" deyip hayatın acımasız girdabına sen de katılırsın
Ne garip değil mi? Hem üzüntü hem sevinç nefesimiz kadar yakın
Yeter ki sen onu görmek iste ve tezgahtaki seçimini yap

NOT: 2003 yılında doğumdan başlayıp o ana kadarki süreci anlatan bir durumdu...

AŞK ACISINI AŞK DİNDİRİR

Aşk örneklendirmesi kolay ama anlatımı zor bir duygudur. Herkesin karşılıklı olmasa bile platonik aşkı olmuştur elbette. Aşkın gözü körmüş... Evet duygu dilencisi yapar insanı... Aşkta mantık olmaz derler... Doğrudur 'duygulara' pranga vuramazsın ama davranışlarını dizginleyebilir (30 yaş üstü için geçerli :)))) mantıklı hale dönüştürebilirsin... Aşkından sürünebilirsin... Evet sürünmelisin... Sürünmüyorsan sorun var demektir... Herkesi sevebilirsin ama herkese aşık olamazsın... Aşk hem mutlu eden hem de içini acıtan bir duygudur... Yanındayken bile özlemektir... Aşkı Allah'a (bu varsa mekan bellidir cennet), doğaya, insanlara vb. şeylere duyabilirsin... Ancak tek birinde acı çekersin... İnsan aşkı... Değişkendir, en küçük şeylerden etkilenebilir ve karşı bir tepki, kendi düşüncelerine göre programlanmış eylemler ister... Bir beklenti vardır. Tersi durumlarda duygu sistemi eror verir, insanı bitirir... En yakın çevrenizde görürsünüz AŞK dilencilerini veya AŞKzedeleri... Ağlarlar, sızlarlar... Duygularını anlarsınız, hak verirsiniz ama birşey yapamazsınız. Çünkü AŞK'ın çözümü yine kendi içindeki başka bir AŞK'ta gizlidir. AŞK ayrılıklarının en büyük zehri, anıları canlandırıp ölen bir ilişkiye hayat vermeye çalışmak filizlere su dökmektir. Oysa yeni bir bahçeye doğru yol almanın çoktan zamanı gelmiştir. Bu sadece arayış anlamında değil aşk ölümünü kabullenip bitkisel hayata girmektense gerçeklerle yüzleşmek gerekir. Ve gerçek AŞK'ı iki kişilik bir hayata dönüştüremeyip meyvelerini de alamayanlar için yeni bir AŞK'a hayır denmemelidir... İlk görüşte AŞK'la bütünleşip evlenenlere ise mutluluklar dilenmelidir. Ayrıca insanların AŞK'larıyla da asla ve asla dalga geçilmemelidir (Aşk bu ot misali :) Duygusuz insan da insan değildir...

28 Mayıs 2008 Çarşamba

ADANA ŞİVESİ...

Her yörenin kendine özgü konuşma tarzı ve kelimeleri vardır... Bizim memlekette (Osmaniye il olmadan Adana idi) bu konuda çok mu çok farklıdır. Her sene yıllık izne gittiğimde dil konusunda ne kadar asimile olduğumu görür kendi çapımda konuşmaları dinleyerek nostalji yaparım... Mesela 2001'di sanırım... Yaklaşık 1.5 yıl gidemedim Adana'ya... Ve o sırada yaşadığım küçük bir anımı anlatım... Adana Otogarı'nda mola verdik. O zaman Aksu Turizm vardı... İstanbul-K.Maraş arası çalışıyordu. Mola sırasında Aksu'nun şöförü muavinlere
- "Yörün gedek döller" dedi. O sırada "İşte memleketime geldim" dedim... Bu cümlenin anlamı ise "Hadi gidelim arkadaşlar"dı. Ve bir anı daha... Yıl 1998'di. Babam İstanbul'a geldi beni ziyarete... Ev arkadaşım Hasan'la oturuyoruz. Babam birşeyler anlatmaya başladı samimi bir şekilde.... Hasan dinliyor ama yüz ifadesine bakıyorum ben de... Bazı kelimeleri yakalamaya anlamaya çalışıyor kendi çapında. Klasik beden dilindeki geçiştirme yaparak kafa sallıyor. Adanaca küfür etse (Hayatta yapmaz) 'tamam' diyecek yani...
Hasan'a sordum...
-"Ne anladın Hasan..." Babam da bu sorum karşısında şaşkın... Hasan birşey anlamadığını ifade eder gibi kafa sallıyor... Neyse şu ana kadar aklımda kalan kelimelerimize gelelim...
Horanta: Aile
Heyle: Nasıl
Çimmek: Yıkanmak
Küncü: Susam
Zibil: İnek dışkısı
Mintan: Gömlek
Cülük: Civciv
Helke: Kova
Cıncık: Cam
Dinelmek: Ayakta durmak
Dane: Bak
Döller: Erkekler
Yörep: Eğrilik
Deştiye: Susuz tarla
Hakına: 4'te 1 oranında başkasına verilen keçi veya hayvanlar
Bıldır: Geçen yıl
Evermek: Evlendirmek
Guzlacı: Hamile
Bagzerce: İdare eder
Ceflin: Tavuğun küçük hali
Köynek: Don
Berg: Sert
Yeyni: Hafif
Yel: Rüzgar
Çitil: Yoğurt kabı
Mavra: Yalan yanlış söz
Evreaç: Yufka ekmeği pişirme aleti
Gurg: Kuluçkaya yatan tavuk
Tosba: Kaplumbağa
Hıta: Acur
Gallep: Güvercin
Ağlenmek: Oyalanmak
Gırana: Yanına
Dulda: Kuytu yer
Teşt: Çamaşır leheni
Mılkıç: Fazla olgunlaşmış meyve
Ötanner: Geçen günler
NOT: Adana şivesi olarak değerlendirdim ama bu kelimelerin bir çoğunu Adanalı olan birçok kişi de bilmeyebilir açıkcası... Biraz Osmaniye'ye özgü dersem daha doğru olur sanırım... Evet hayatınızda belki de hiç duymadığımız sözcükler olabilir ama aynı coğrafyada yaşayıp farklı kültür ve lisanları kullanmamız kadar doğal bir durum olamaz olmamalı... Ancak ne yazık ki bazılarının kroluk olarak görebileceği ama benim gurur duyduğum bu kültürümüzü de yavaş yavaş kaybediyoruz... Medeniyet mi, yozlaşma mı, başkalaşma mı yoksa çağa ayak uydurma mı tartışılır...
"Adanalıyık, Allah'ın adamıyık, gündüz pamuk toplarık gece karı oynatırık, ölmüş eşşeğe bıçak çekerik, kıprarsa kaçarık" şeklinde başlayıp sonu olmayan tekerlemesini de Adanalı hemşehrilerime espri unsuru olarak göndereyim.

27 Mayıs 2008 Salı

KARADENİZ'DEN İNCİLER


    Karadeniz doğal güzelliğinin yanı sıra espritüel kişilik ve eylemleriyle de güzeldir. Mesela herkes ileriyi gösterirken onlar daha da ilerisi görüp adresi görmeyenler için uyarı vardır. "100 metre geride, 200 metre geride gibi"

  • Sahil boyunca deniz T şeklinde taş ve kayalarla doldurulur. İnsanlara sorarsınız sel felaketinde hayatını kaybedenler için yanıtları hazırdır: "Biz doğadan alıyoruz, o bizden alıyor"
  • Uzungöl'de bir abi anlattı... Turistler gelmiş bunları yaylaya çıkarıp çok güzel ağırlamışlar... Mangal yapmışlar, hizmette kusur yokmuş... Dönüşte çöpleri toplayıp bir kayanın içine sokmaya çalışırken turistlerden yaşlı bir bayan bağırıp çağırarak bizimkilerin yanına gelmiş. Rehbere sormuşlar "bunun derdi?" ne diye... Yaşlı turist "Bu doğa sizin olduğu kadar bizim de" demiş ve çöpü yanına alıp merkezdeki çöp kutusuna atmış... Bizimkiler ise ne kadar doğal olduğumuzu göstermeye çalışmış...
  • Kastamonu'da camii avlusundan su içerken "bu sudan içen kastamonu'dan dışarı çıkamaz" dendi. Arkadaşla kana kana içtik belki Kastamonu'ya demir atarız diye ama nafile...

DÜNYA HARİKASI

GÜMÜŞHANE-SAMSUN: Ve Gümüşhane'de Torul, dağların arasında bir dur... Sonra dolmuşlarla Karaca Mağarası'na yol al... Üniversite öğrencisi bir gencin araştırması sonucu kayaların arasına gizlenmiş halde bulunan Karaca Mağarası'ndaki doğal oluşumu insanlara yaptırmak isteseniz öyle güzel görüntülere ulaşamazsınız. İçine girip hiç çıkmak istemezsiniz. Sarkıtlar sizi güzelliklere sarkıtacak dikitler ise hayran hayran kendisine baktıracak. Sonra eski Gümüşhane, Yeni Gümüşhane derken Samsun'a çıkılır. Arkeoloji Müzesi'nde tarihe tanıklık edilir ardından Bandırma Vapuru'nda ise Ata'nın huzuruna çıkılır. Mumyalanmış özel görüntü karşısında insan donup kalır. Ve sonrasında buruk bir şekilde bazıları uçakla bazıları otobüsle metropol kente yani strese, karmaşaya geri döner...

HUZUR UZUNGÖL'DE

TRABZON-ZİGANA GEÇİDİ: Dönüşte yol üzerinde Rize bezi almadan olmaz. Taka turunda da Temel fıkralarına gülmeden durulmaz. Kendilerine özgü ve şevileriyle uşakların sohbetine doyum olmaz. Ovit Dağı'na çıkarken erimeyen buzullarla kaplı alanlar doğayı inanılmaz kılar. Dönüşte tepemizde olan buzulların aşağılara inmiş bizi yolcu eden haliyle resim çektirmemek olmaz. Rize Kalesi'nde çayın tadına ve şehrin görünüşüne hayranlık gizlenmez. Merakla beklenen ve duvarlarımızı süsleyen Uzungöl manzarasını görünce büyülenmeden durulmaz. Çevresini dağların parsellediği gölde havaya sıçrayan balıkların şovuna duyarsız kalınmaz. Bir dönem Sultan Murat'ın geçtiği Sultan Murat Yaylası'nın tertemiz havasında konaykalıp güzel bir uyku çekmeden dönmek tura yakışmaz. Hele Zigana Geçidi'nden geçmeden hiç mi hiç olmaz...

26 Mayıs 2008 Pazartesi

DOĞAYA DOKUNMA

SARP SINIR KAPISI: İstanbul'da sadece yeşil diye geçiştirdiğiniz bu rengin her tonunu yol boyunca görmeye devam ediyorsunuz. Sarp Sınır Kapısı'na kadar yol alıp Gürcüler'e uzaktan da olsa selam vermenin keyfini tadıyorsunuz. Bırakın şehir sınırını ülke sınırının nasıl bir duygu olduğunu kapıdan geçen insanlara bakarak anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Ve dönüşte Fırtına Vadisi boyunca yol alıp derenin içine yapılan ve zaman zaman sele kapılan evleri görüyorsunuz. Durmak bilmeyen şiddetini alçaltmayan suyun toprağını göremediğiniz dağların altını çizmesine tanık oluyorsunuz. Ve herkesin horonla birleştiği Ayder Yaylası'na çıkıyorsunuz. Dolmuşlara binip dağları tırmanırken Haziran sıcağında donduran bir soğukla karşılaşıyorsunuz. Bu defa rehberlerimiz ise orada doğup büyüyen yaşlı teyzeler. Yollar o kadar bozuk ve hırpalayıcı ki "şıkı şıkı baba" müziği eşliğinde altılı ganyan oynamak geliyor insanın aklına... Teyzelere soruyoruz.. "Yollar niye yapılmıyor?" Cevap o kadar anlamlı ve geçerli ki: "Burada doğaya dokunulmayor. Yollar yapulursa buraya herkes celur ve düzen bozulur. Hem biz para kazanamayuz." Ve dönüşte gruplar halinde insanların tulum eşliğinde horon teptiğini görüyoruz. Katılmak istiyoruz ama Karadeniz Kültürü'ne ne kadar yabancı olduğumuzun burukluğunu yaşıyoruz.
Sabahın erken saatlerinde Karadeniz kadınlarının çalışkanlığına şahit oluyoruz. Dükkanları bile kadınlar açıyor. Gece tulum eşliğinde kına gecesine katılıyoruz., erkekler oturuyor garsonluk yapan kadın ise arada bir horona katılıyor. Kıpkırmızı olmuş yanaklarından uflama puflama değil mutluluk eksik olmuyor.

SÜMELA DAAAA SÜMELA

GİRESUN-TRABZON: Giresun da Ordu gibi yakılan şehirlerden olduğu için fazla tarihi yaşayamıyoruz. Trabzon'a selam veriyoruz. Dereleri akıllarda tutamıyorsunuz, Akçaabat Köftesi'nin tadına doyamıyorsunuz. Trabzon dendiğinde Sümela Manastırı ve Uzungöl akıllara gelir. Hele hele Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin kampüsünü görünce insanın tekrar üniversite sınavına girip tek tercih yapası geliyor. Hele bir Atatürk Köşkü var ki duygularınız tavan yapıyor. Büyük bir heyecan içinde Sümela Manastırı'na çıkıyoruz. Ama otobüsle değil o bölgenin dolmuşlarıyla. Yollar o kadar bozuk ve tehlikeli ki bir anlık hata yapar sizi mefta. Ve en tehlikelisi de patika yol. M.S. 406 yılında kayalara oyularak yapılan Meryem Ana Kilisesi öyle kartpostallarda görüldüğü gibi değil. Aynı görüntüyü görmek istiyorsunuz ama içeridekilere şaşkınlıkla baktıkça o dönemdekilerin güncelliğinin korunmasını hayretle izliyorsunuz. İçiniz bir garip oluyor. Dönüşte sizi sis uğurluyor.

BOZTEPE'DEN ORDU'YA BAKMA

ORDU: Ordu'ya yaklaşırken 'Ordu'nun dereleri...' türküsü akıllara geliyor. O kadar çok dere var ki... (e bir zahmet buna da türkü yapılmalıydı) Paşaoğlu Konağı'na gidiyorsunuz. Şehir bir dönem yakıldığı için tarihin izlerine pek rastlayamıyorsunuz. 475 metre yükseklikteki Boztepe'ye doğru tırmanırken sağınızdaki ve solunuzdaki yeşilin tonlarına inanamıyor, toprağı görmeye hasret kalıyorsunuz. Evleri görebilmek için fındıklarla (aganigi naganigi) doping yapıp enerji depoluyorsunuz. Ve Boztepe... Tek kelimeyle muhteşem. Ordu önünüzde. Denizle bütünleşmiş şehri tek tek sayabilecek yükseklikte kuşlar kadar özgürsünüz. İstanbul'un yoğun yaşamından stresinden eser kalmıyor size de 'işte olay bu' demek farz oluyor.

CEZAEVİNDE VOLTA ATMA

KASTAMONU-SİNOP: Safranbolu sonrasında yavaş yavaş Karadeniz havasını soluyup Kastamonu'da Nasrullah Meydanı'na çıkıp Kurtuluş Savaşı'nda yüreğini ortaya koyarak cephane taşıyan Şerife Bacı anıtına duygu dolu bir bakıştan sonra Sinop'a doğru yol alıyorsunuz. Haliyle turla geldiğiniz için kesme helva ikramını tadıyor ve tadına doyamıyorsunuz. Ve Sinop Cezaevi'ne geldiğinizde (Parmaklıklar Ardında dizisinin çekildiği yer) sizi bir dönem gardiyanlık yapan ancak sonra siyasi düşüncelerini açıkladığından dolayı görevinden alınan PALA'yı ve o dönemde yaşananları dinliyorsunuz. Pala sadece cezaevini değil siyaset çarkının da Türkiye'de nasıl işlediğini özetliyor kendi çapında. Para, pul almıyor anlatımından. Sadece sıcak bir ilgi görmek istiyor. Yan yana birileriyle resim çektirmek paradan daha büyük haz veriyor ona. Bestesi Sebahattin Ali'ye ait olan Edip Akbayram'ın söylediği "Aldırma gönül"ü cezaevini gezerken daha iyi anlıyor ve yaşıyorsunuz. Kaçışı mümkün olmayan bir tarafı denize bakan cezaevinin içinde volta atıp mahkumluğu yaşıyorsunuz kısa süreli de olsa. Göz gözü görmeyen zindanlarda bir dönem insanların yaşadığına akıl sır erdiremiyorsunuz. Sinop'a özgü bir gemiyi hediye olarak alıp yola koyulurken Hamsilos Fiyordu (Osmanlı'nın gemiyi gizleyip Ruslar'a karşı savaş kazandığı yer) önünde sizleri inekler karşılıyor. Hamsilos'u bırakıp gitmek istemezken Sinop Burnu'nu bile unutuyorsunuz. Ve Sinop'un 10 yıla kadar turizm cenneti olabileceğini şimdiden kestirebiliyorsunuz.

SAFRANBOLU'DA GÜNEŞ SAATİ

Çıkıyorsunuz İstanbul'dan yola alıyorsunuz soluğu Safranbolu'da... Kol saatine değil, cami avlusundaki Güneş Saati'ne bakıyorsunuz vakit sayacına... Sıcaklık doğal klima havasındaki Cinci Han'da bitiyor, tek tip ve düzeni bozulmamış (İnsan eli Allah'tan değmemiş) yolları adımlıyor ayaklar. Kaymakamlar Evi'ni gezip o dönemin yaşantısını haremlik selamlığı görüyorsunuz. Dönme dolaptan (o zamandan başlamış dönen dolaplar :)) yemek kaplarını geçiriyorsunuz... Çay molasında orta halli bir ağabeye 'İnsan ömrü burada kaç yıl?' dediğinizde hanımların insan hayatındaki önemi gösteren cevabı alıyorsunuz: KARIYA BAĞLI... Yemeniciler (eski ayakkabı) Arastası ve İmren Lokumcularını gezdikten sonra Hızırlık Tepesi'nden Safranbolu'yu kuşbakışı izliyor ve hiçbir evin başka bir eve gölge etmediğini görüyorsunuz. Sonra Yörükler Köyü'nde tarihi çamaşırhaneye gidiyorsunuz. Koca bir taş. Hanımların boyuna göre değişen yükseklikte. Kirli su temiz suya hiç karışmıyor... O zamanki düşünce yapısını Fadime Teyze'den (şu anda yaşıyor mu bilmiyorum) dinliyorsunuz. Evinizi gezdiriyor size ve günümüz teknolojisinin doğal gaz sistemini ocak düzeyinde (amatör) hayranlıkla izliyorsunuz. İlk gece otantik haldeki Safranbolu evlerine özgü konakta kalıyor ve rahat bir uyku çekiyorsunuz.

GEZDİM... GÖRDÜM... YAZDIM...




AKDENİZ'İ, EGE'Yİ BIRAK
KARADENİZ'E BAK!

Yaz aylarının vazgeçilmezi iki bölgemiz var... Ama unutulan ve gezip görüldüğünde herkesi şok eden öyle bir bölge var ki anlatmakla bitmez, paraya pula değişilmez, mutlaka ve mutlaka yaşanması görülmesi gerekir. Neler mi bunlar... Bulutların dansı, yeşilin her tonu, doğanın sadeliği kayaların ağlaması ve içmeye doyamadığımız çayın filiz hali...


KARADENİZ... Gezip görenlerden duyarsınız doğasının güzel olduğunu ama Akdeniz ve Ege çekiciliğinden hiç aklımıza gelmez... Oysa yaşayan ve görenlerin hafızasından hiç ama hiç silinmez... İstanbul'dan turla çıkıyorsunuz yola...

NASIL GİDİLİR: Genelde mayıs ayı sonları ve haziran ayı başında turlar düzenlenir. Batı Karadeniz, Karadeniz ve Yaylalar Turu olmak üzere... Bir haftalık ve 10 günlük periyotlar halinde. Konaklama kahvaltı ve akşam yemeği ücrete dahildir... İsteyenler uçakla gidip uçakla dönebilir...

KİMLER KATILIR: Genellikle yaş profili bir hayli yüksek. Emekli olmuş insanlar deniz yerine doğayı tercih ediyor. Hatta tura katılırken 4. kez gidenleri duyunca "Sıkılmadınız mı?" demek istiyorsunuz ama gezip görünce bu sorunun cevabını utanarak kendiniz veriyorsunuz zaten. Ayrıca böyle bir bölgenin varlığından haberdarsınız belki ama zenginliğinden ve güzelliğinden haberdar olmadığınız için kendinizi sorguluyorsunuz...

AMAÇ: Karadeniz'i anlatırken isimlere reklam amaçlı yer vermedim. Amacım burada firma veya tur reklamı yapmak değil, kendi bölgemizi, kendi ülkemizi, kendi doğamızı ve insanlarımızı tanımak aynı mozaiğin parçası olarak onların nasıl bir dünyaya sahip olduğunu anlatmaktır.

2005'te yaşadığım bu yolculuğu sizi de yormaması ve yerlerin öneminin tek çatı altında toplayıp oralara haksızlık etmemek için bölge bölge anlatacağım...

Zenginsin biliyor musun?

Yıl 2004. Kocaeli Uzunçiftlik’te askerim. Sabah kalktım üzücü bir haber. Trafik kazası olmuş ve Mercedes marka bir otomobil kamyonla çarpışmış. Otomobilde bulunan 5 kişiden 4’ü hayatını kaybetmiş. O sırada aklıma çok farklı bir düşünce geldi. Şu ana kadar çevremde olup biten ama göremediğim mesaja ulaştım… Ben zengin değildim. Bırak lüks markayı bir arabam, evim bile yoktu. Aksine o dönemde kredi kartı borcum bile vardı. Ancak asıl zenginliğin bende olduğunu ve bizlerde benim gibi birçok insanda olduğunu fark ettim. Ne miydi bu? Bu HAYATIN DEVAM EDİYOR olmasıydı… Evet arabam, param pulum olmayabilirdi ama arabası, parası pulu olan insan öbür tarafa yol almıştı. Tüm maddi zenginliklerini burada bırakıp maneviyatıyla gitmişti.
Ve 24 Mayıs 2007. Beyoğlu’nda hemşehrimin mekanı olan Melekler Ocakbaşı’nda çorba içiyorum. Dışarısı güzel ama 6 masalık çevresi çiçeklerle donatılmış sıcak ortamda yan binanın hayat çizgileri yüzüne vurmuş olan yaşlı bekçisi var. Bir de orta halin de altında görünen giyimi kuşamı olan biraz kilolu, karamsar dünyası tenini de esmerleştirmiş tanımadığım bir ağabey… Ağabeyi tanımıyorum ama bekçi ile 2 dakika içinde yaşadığı diyalogu bir yerden hatırlıyorum…
Konuşmaların başlangıcına yetişemedim ama özeti kulaklarıma öyle bir kazındı ki sanırım önemli olan kısmı da oydu.
Bekçi amca fakirlikten dert yanıp “Zenginin malı, fakirin çenesini yorar” misali sözler kullanıyordu ki tanımadığım ağabey lafı yapıştırdı…
- “Bırak ya… Benim patron 30 trilyonluk adam ama kalbiyle uğraşıyor. Zenginlik neye yarar” diyerek dürümünü ayranla yumuşatıyor.
Evet ağabey de olayı çözmüş… Evet para veya maddiyat hayatı daha iyi idame etmek ve sürdürmek adına gerekli ama kalıcı bir değer değil. Hayata daha sıkı bağlanmanı ve mutluluğunu arttırabilir ama ne kadar zengin olursan ol o senin ömrünü uzatmaz uzatamaz… Paran varsa pil taktırırsın ama o da bir yere kadar…
Ve gelelim resme… Evet bu da kendine sorulmadan dünyaya getirilmiş. Bizim kadar şanslı değil. Doğum yerini ve anne babasını seçme şansı olmadığı için açlığa terkedilmiş. Buna da bakıp halimize binlerce şükretmemiz gerekir.

25 Mayıs 2008 Pazar

Hayatın anlamı

Kimi seviniyor, kimi üzülüyor
Acılar başa gelmeyince bilinmiyor
Sözde kalanlar zamanı gelince
Yüreğe derin ve kalıcı izler bırakıyor
***
Bazıları savaşıyor, özgürlük uğruna
Bazıları sevişiyor mutluluk adına
Herkesin ağlayacak mazeretleri var
Ancak sevinecek malzemeleri dar
***
Oysa hayatta olmak bile güzel
Bir körü bir topalı ger ve anla
Ne kadar zengin olduğunu hatırla
Bankaya borçlan önemli değil
Ama insanlara borçlanmak rezil
***
Para pul için maske takan çok
Ancak gerçek yüzleri bulmak zor
Herkesin bir hikayesi var
Kimi figüran kimi ise başrolde
Peki ya sen şu anda nerede
***
Kenan sokaklarda geziyor
İtilmiş gerçek kahramanları görüyor
Hayatın gerçek yüzünü çiziyor
Göremediğimizi gösteriyor
Ve böylece mutlu oluyor mutlu ediyor

Tek mi çift mi?

Gençliği bir kenara bırak, çocukluğumu bile arar oldum..
Her geçen gün anılarla, ilişkilerle yoğruldum, karmaşık bir figüre dönüştüm görüntüde. Oysa yüreğim netti hislerinde ve eylemlerinde. Onu arıyordu, onu istiyordu. ‘Evlen’ baskıları arttığında sorguluyordu yalnız başına kaldığında.İnsanların ‘evlen’ sözü sözde kalıyordu doğru insan olmayınca…
Doğru neydi, 2 çarpı 2 olsa netice bulunurdu elbette. Ama doğru bende gizliydi, sözlerle bir yere kadar ifade edilebilirdi. Sadece gözler aramadı onu, düşünceler de çizmeye çalıştı şeklini şemalini.Ama bu eşgale ve fikre uyan daha çıkmadı.
Çıksaydı, teorideki ‘evlen’ sözü pratikte erken meyve bile verirdi. Çünkü tecrübe ve bilinç denen illet tıkamıştı önünü. Kriterleri arttırmış, bulunması zor biri haline getirmişti istekleri. Oysa o gerçekten vardı. Ama neredeydi… Evet senin gibi ben de onu arıyorum. Ve biliyorum ki o insan var…Çünkü yalnızlığın bile Allah’a mahsus olduğu bu kainata tek gelmemiştik. Çiftimizi bulmalıydık. Belki rastladık treni kaçırdık ama tüm yolları tıkamadık. Elbet hayat kervanında bulunur bizim yürek ganimetimiz.30’u aşmış tüm bekarlara ithaf olunur…