29 Ekim 2008 Çarşamba

ARGUVAN

Ne Malatyalıyım, ne Arguvanlıyım. Ancak orada görev yapan bir dostum nedeniyle biraz olsun bilgi sahibi oldum... Dostuma göre türküleri meşhur yaklaşık 2 bin 900 nüfusu olan Arguvan'ın spor konusunda önemli bir sorunu var... Aslında yok... Çünkü spor denen olay yok... Bu acı gerçeği gören ise ne gariptir ki Arguvanlı değil... Sadece orada görev yaptığı için gördüğü bir acı tabloyu dile getirmiş. Kendisi için değil toplumsal duyarlılığa sahip olduğu için Arguvan'ın gençliği için istiyor. Ne mi istiyor... Arguvan veya Malatyalı iş adamlarının kendi memleketlerine sahip çıkabilmesini rica ediyor...
Değerli dostumun gönderdiği yazı şöyle:
ARGUVAN SPORDAN YOKSUN
Avrupa'nın en genç nüfusuna sahip ülkelerden biri olan Türkiye'de, genç nüfusun her geçen gün uyuşturucu ve alkol tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Yeşilay'ın raporuna göre, sigaraya başlama yaşı 10'un altına, alkole başlama yaşının 11'e, uyuşturucuya başlama yaşının da 13 'e kadar düşmüş olduğunu görüyoruz. Geleceğimizi nasıl bir nesile emanet edeceğimiz konusunda endişelenmemek elde değil.
Gençliği tüm bu illetlerden korumanın en etkin yollarından biri de hiç şüphesiz ki sportif faaliyetlerdir. Peki gençlerimize bu konuda yeterince alan tahsis edebilmiş miyiz? Cevap tabii ki ve maalesef, hayır!!
Malatya'nın türküleriyle ünlü ilçesi Arguvan'daki gençler, spor yapacak alandan yoksun olmaktan oldukça muzdarip. Basketbol alanı var ama, direklerde potaları yok. Futbol sahaları var ama taşlık ve kullanmaya elverişsiz, bir tarafı da uçurum. Soyunma odaları var ama kullanılacak bir tarafı yok. Yani kısaca, burada spor yapılamıyor.
Arguvanlılar, yetiştirdikleri insanlardan övgüyle sözeder hep. Eminiz ki; Malatyalı, özellikle de Arguvanlı iş adamları, Arguvanlılar'a bir spor kopleksi yaptırmaktan kaçınmayacaklardır.

NOT: Burada amaç tüm Arguvanlılar'a ulaşmak değil, duyarlı ve ekonomik anlamda durumu iyi olan bir Arguvanlı'ya ulaşabilmek... Ulaşır mıyız... Çok zor... Ulaşıp da olumlu bir yanıt alabilir miyiz... O da çok zor... Peki kolay olan ne... Bunu okuyup kapatmak :)))
Bu arada sadece Arguvan mı bu durumda... Tabii ki değildir... Bir çok ilçe Arguvan gibi alana bile sahip olmayabilir... Ama önemli olan sesli düşünüp bunu dile getirmektir... Belki soruna çözüm bulunmaz ama Arguvan tarzıyla bu soruna bir TÜRKÜ yapılabilir :)))

NİCE YILLARA


28 Ekim 2008 Salı

KALP

Geçtiğimiz ay benim için fazlasıyla hareketli geçti. Nedense her gün biriyle yattım. Yatağa girdiğimde hiç beni yalnız bırakmadı. Sürekli sağımdan girdi soluma geçti ama hep benimleydi... Zaman zaman nefes nefese bıraktı, zaman zaman terletti... Benim için garip ve alışık olmadığım bir durumdu... Uyutmak bilmiyordu... Yerine göre adrenalin arttırıyor yerine göre sakinleşiyordu.... Bazan koluma sarılıyor bazan bacağımdan tutuyordu... Taa ki onu dinlemekten yorulana dek... Evet bu benim KALP ağrımdı... Önce özel eşim sayesinde (Şamil) grafiği çekildi sonra hayatımda ilk olan efora (Erkekler için sakıncalı bir epilasyon olayı vardı) girdim... Heyecanla gelen test sonuçları olumluydu... Sadece benim en iyi dostum sigaranın yıllardır peşimi bırakmaması sonucu getirdiği bir acıymış... Sigara ile yüzleşmem gerekiyordu ancak ben onu bırakmayı bir defa düşündüm o da değerli bir ağabeyime (Uluğ abi) söz verdiğim içindi... Doktor bırakmamı istedi ama ben ona ihanet edemezdim o bana sürekli etse ve zarar verse bile... Ona verilmiş bir sözüm yok ama o beni değil ben onu bırakıp gideceğim galiba...
Bu arada hepimiz sorumlu olmadığımız nedenlerden dolayı engelliydik ama yanlış karar Diyarbakır'dan geri döndü... Herkes özgür ve sağlıklı bir hayat dileğiyle...

21 Ekim 2008 Salı

SELAM PATRON :)

Küresel ısınmayla havamız değişti, ekonomik soğumayla dengemiz bozuldu... Kuru parayla faizle ayakta kalmaya çalışan bankalar batmaya başladı, olan da her zamanki gibi garibana oldu. Hemen hemen her kurumda işten çıkarmalar var... Haliyle biz basın sektöründe de... Genelde yılbaşı öncesinde sağolsun patronlar zam yapmamak ve ekonomik çıkarları adına en alt ve orta kesimdekileri işten çıkarır bir iki ay sonra daha az veya aynı maaşa geri alır. Şimdi kriz nedeniyle birçok basın yayın organında tensikatlar var ve hala devam ediyor... Peki kimler işten çıkarılıyor? Amcası, dayısı olmayan ve tek amacı iş yapmak olan birçok emekçi? Peki neden? Alınteriyle aldığı 3-5 kuruştan kar etmek için... Peki sorarım size.... Hangi patron, iş yapmayan akraba ilişkisi bulunmayan bir insanı çalıştırır... Bu her sektörde böyledir. Tanımadığı bilmediği bir insan çalışıyorsa işi nedeniyle çalışıyordur... Haa istisnai yalakaları (karaktersizleri) bunların dışında tutmak gerekir... Çözümü ne? Çok basit... Tek işi ailesini geçindirmek olan, her ay sonunu zor getiren ve aldığı maaşla ayakta kalan bir anneyi veya babayı çıkarmaktansa onun bunun hatrına köşe kapmış olan ve neredeyse bir servisin maliyeti kadar para alan köşeyi kapanı çıkarmak yeterlidir... Bir evin gösterişli yanan lüks içindeki ateşini söndürmezsiniz, sadece alevini azaltırsınız ama bir köşeyi dönen yerine 10 tane emekçiyi çıkararak 100 kişinin yağ sürülen ekmeğini kuru bırakırsınız... Mesela bizde bazı köşelerde insanın özeli olan cinselliği ve yatak odasını veya beynindeki sıcak ilişkiyi kaleme alanlar var... Ne gariptir ki en fazla okunan köşelerimizdendir bu... Ve bu köşeler beyinle mi yoksa beden teriyle mi alınır bilemiyorum... Bizim ilgi alanımıza girmiyor :))) Yakın zamanda diğer şirketlerde olduğu gibi bizim sektörümüzde de geniş çaplı bir operasyon var... Emekçiler vicdani sorumlulukları çerçevesinde işini yapıyor, diğerleri ise keyfine bakıyor... Emekçiler şanssızlıktan yakınır ama aslında bu işten çıkarmanın bir piyango olduğunu düşünürseniz en büyük ikramiye onlara çıkar... Çünkü çalıştıkları ve mücadele verdikleri için talihlidirler... Tıpkı torpili olmadığı için veya olduğu halde kullanmayarak doğuya askerlik yapmaya gidip şehit olan Mehmetçiklerimiz gibi...
Herkese bol şans... Her çalışan gibi benim de bir biletim var ve açıkcası büyük ikramiye çıkarsa emin olun üzülmem... Bunu samimiyetimle söylüyorum üzülmem... Diğer emekçilerin de üzülmemesini tavsiye ederim... Çünkü bizler emeğimizle varız bu emeği gururumuzla, onurumuzla ve vicdani sorumluluğumuzla işe olan saygımızla belki burada olmaz ama başka bir yerde ifa ederiz... Şu ana kadar ettik bundan sonra da ederiz...
NOT: İşten çıkarılma endişem yok (büyük konuşmamak lazım :))) ama çıkarılma duygusunda olan ve şu anda işsiz kalan arkadaşlarım adına yazdım bir anlamda...
Şunu da belirteyim... Aydınca'nın (Aydın abi) dediği gibi burada çok karamsar ve olumsuz bir patron profili çizdim... Hiç mi iyisi yok... Tabii ki var... Ama iyileri bu çark maalesef fazla işler halde bırakmıyor... Bir şekilde dışarı itiyor ki yan yollara sapma, bireyi, toplumu ve ülkeyi yanlış rotalara götürüyor... Haliyle de acısını yine toplum olarak bizler çekiyoruz...
Bir anlamda filmin adını hatırlamıyorum ama yıllarca hapishanede yatan bir mahkum cezasını çekip dışarı çıktığında hayal kırıklığına uğruyor ve hapishanedeki arkadaşlarını daha samimi ve insancıl buluyordu geri dönüyordu... Bireyler küstürülüyor, yıldırılıyor ve dürüst olduğu için dışlanıyor... Patronla ne alakası var diyebilirsiniz... Balık baştan kokar diye bağlayayım...

12 Ekim 2008 Pazar

ÇİVİ

ELİNDE ÇEKİÇ OLAN KİŞİ HERŞEYİ ÇİVİ OLARAK GÖRÜR (Abraham Harold Maslow) Dostum Ahmet'in (http://www.ahmet-al.blogspot.com/) sitesinde okumuş ve çok dikkatimi çekmişti bu söz... Evet bu söz gerçek anlamıyla marangoz işi gibi ama aslında atasözlerinin veya özlü sözlerin hayata uyarlanmış biçiminin aynası olsa gerek. Hepimizin zaman zaman bir çekici ve çivisi var... Yerine göre bu işi sağlam yapıyoruz, çekici doğru yerde kullanıyoruz, yerine göre çiviyi yanlış tahtaya çakıyoruz, yerine göre de duvara tosluyoruz... Bir anlamda hayat böyle değil mi? Özellikle iş ortamlarında sık rastlanan bir durumdur... Birine yetki verilir, o yetkinin etkisiyle bir anda değişir (Görmemişin bir oğlu olmuş tutmuş şeyini koparmış) Şu ana kadar değişmeyenini pek görmedim ama duydum.... Değişmeyenler çarka ayak uyduramadığı için onuru ve gururu adına istifa etti... Kimse kariyer bazında dolu bir kartvizitle doğmuyor elbette... Kimisi zekasıyla, bilgisiyle sivriliyor, kimisi tırnaklarıyla kazıyarak tünele mahkum oluyor (metroseksüeller de var :))) kimisi ise paraşütle tepeden (amca dayının elden tutmasıyla) inip koltuğa kuruluyor, çekici elinde buluyor. Önünde ise rahatlıkla çakabileceği 10'luk 8'lik çiviler duruyor... Ama ilginçtir bu çiviyi kabul etmeyen yaş değil, kuru tahtalar da kendini koruyor, koruyamayanlar da yerinde sayıp çivileniyor...
Bazılarımız tahta, bazılarımız çekiç bazılarımız çivi ve bazılarımın çekici tutan ellere sahibiz... Ne gariptir ki bunlar bir bütün halinde manzarayı oluşturuyor. Tahta olmalı ki çivi kendini önemli hissetsin, çivi olmalı ki çekiş büyüklüğünü görsün... Hepsi zincirleme... Tabii burada biraz tahtaya sorgusuzca haksızlık etmiş oluyoruz ama çivi ve çekicin işlevini yerine getirmek için kullanıyoruz... Sadece tahta mı... Duvar da bizim için önemli. Çok garip aslında duvarın hikayesi... Dört duvarlar arasında kendimizi koruduğumuz sıcak ve huzurlu bir yaşam sürdüğümüz bir araç ama aynı zamanda da hedeflerimiz, isteklerimiz önünde duran bir set...
Konumuza geri dönersek verilen yetki veya edinilen mesleği (çekiç) ilk etapta (cahiliye dönemimizde) çok kullanırız. Yolda yürümemizi bile değiştirir hatta sürekli ondan bahsederiz, günlük olayları detayına kadar anlatırız. Kalıcı izler bırakan yanlış çivilemeler yapmış olabiliriz. Bir zamanlar bizim büyük olarak gördüğümüz o çivilemeler sıradanlaşır yerini yeni tahta ve beklentiler alır. Ama bu çekiş ve çivi dünyasının sonucunda espri unsuru olarak kabul edilen TAHTALIKÖY vardır... Evet orası çekiş ve çivinin hesabı ödeyeceği bir yerdir... Ayrıca insanın dünyaya gelişindeki eksikliği veya deliliği vurgulamak adına da TAHTASI EKSİK denir...
Allah herkese tahta, çekiç ve çivi ile birlikte bir de VİCDAN nasip eylesin...
"Çivileme" hayat denizine dalanlara da mutluluk versin :)))...

8 Ekim 2008 Çarşamba

HERKESE LAZIM


İzlemeyenlerin mutlaka izlemesini tavsiye ederim. CAN DOSTUM...
İYİ SEYİRLER...

7 Ekim 2008 Salı

BİRŞEYLER OLACAK

Saat sabahın dördü... Uyutmuyor beni bir şeyler... Saçmalama dönemim... Düşünceli haldeyim... Öyle büyük bir sıkıntı var mı? Düşünürsen çok. Zamana bırakırsan yok... Peki ne derdim? Niye böyle kendimi gerdim? Bilmem :))) Ama güvendiğim hislerim elimi tuşlara götürüyor saçmalasan da yaz diyor...



Konu yok kafamda, aslında çok...
Almışım yükümü çıkıyorum yola...
Sana mı kaldı hayatın kargosu olmak...
Onu ordan oraya taşımak...

Kendi yükünü tanımayana sormak
Bırak "değmeyenlerin" emanetini
Taşıyamıyorsa yerinde kalsın
Hayat, olanı olduğu gibi yaşasın

Negatifleşmek niye...
Kaçılmaz gerçekleri gör diye...
Eeee gördüm elden ne gelir
Sadece düşünmek uykusuzluk getirir

Sıkıyorsun artık yeter
Sen de yolcu değilmisin bire keder
Neden ikametgah tutuyorsun
Yaşanılası hayatı sorguluyorsun

Gelen mesajlar çoğaldı
Gönderiler ise azaldı
Hava bir hayli karardı
Kalkalım biz artık geç oldu

Otobüste kimse gülmüyor
Taksiciler ağlaya ağlaya sürüyor
Ama hayat bir şekilde gidiyor
Şükreden de giderek azalıyor

Hep olumsuz mu çalacak telefon
Sevgiyle basılacak yok mu buton
Bir çoğunun içi olmuş beton
Gerçek ise sahte faturalı naylon

Arkana bakarak yürü
Olumsuzluk bir sürü
Yok mü hiç güzellik türü
Duygularda gizli her türlü

Maskeli balo veren çok
Karınları devamlı tok
Çıkarı için sürekli atar ok
İçinde hiç sevgi yok

Bunalımı artık bırak
Çizme artık zikzak
Yarınlarına bak
Uyan uyan tik tak

Bir şeyler olacak dedim
İçimdekini söyledim
Adresini ve içeriğini veremedim
Hislerime güvendim

Çok kara tablo çizdim
Belki gerçekleri ifade ettim
Kendi yazdıklarıma güldüm
Bir bardak da su içtim

HADİ EYVALLAH!

6 Ekim 2008 Pazartesi

CAN'IMIZ YANIYOR

Cumartesi günü Çenan'dan öğrendim acı haberi. "Şerefsizler karakolu basmış 15 şehit var" dedi telefonda... Aramızda RTÜK'e takılacak diyaloglar geçti. Ablamlara gittim ve şehitlerimizden birinin Düziçi'nden yani benim memleketimden olduğunu duydum... Merakla ismini öğrenmeye çalışırken acı haberle bir anda çocukluğumu hatırladım. Mahalle aralarında misket (gülle) oynadığımız dönemleri. Evet şehit kardeşlerimizden birisi yani Uzman Çavuş Selçuk Can çok nadir de olsa benim misket arkadaşımdı... Yaşı benden küçüktü ama bizlere katılır ve iyi de misket oynardı. Sessiz sakin ve çocukluğundan kalma hatırladığım bir beyfendiliği vardı. O zaman Düziçi'nde oturmuyorlardı. Babası memur olduğu için tatillerde geliyorlardı... Yılların ve hayat şartlarının bizi ne kadar özümüzden yılda bir defa gidebildiğimiz doğduğumuz yerden uzaklaştırdığını gördüm. Ne iş yaptığını bile bilmiyordum Selçuk'un. Çocukluk sonrası ayrılmıştı yollarımız. Hele İstanbul'a geldikten sonra ayda yılda bir gittiğim Düziçi'nde sokaklarda bayram ve seyranlarda bile görme durumum olmadı.
Haberlerde gördüm içim sızladı. İkinci kez baba olmak için gün saydığını duydum. TV'de çok sevdiğim bir arkadaşımın annesini gördüm. Selçuk'un annesini teselli ederken (ortadaki)... Düşündükçe içimiz yanıyor, acıyor, hele hele böyle gencecik CAN'lar CANLARIMIZ gidince... Benim çocukluğumdaki misket arkadaşım, Ahmet'in Mehmet'in arkadaşı kankisi, hele hele anaların babaların kardeşlerin canlarından da öte görevleri sadece VATAN'ı korumak olan o güzelim insanlara kimsenin kıymaya, kıydırmaya hakkı yok. Hele sözde mücadelelerini siyasileştirmek adına kundaktaki çocukları öldürüp adada günümüzün getirdiği (adına demokrasi deniyor... s.... öyle demokrasiyi) hakları kullanan o... çocuklarını...
Bir an özeleştiri yaptım, işimi düşündüm, yaşadıkalırımı düşündüm, çevredeki yalakaları, düzenin insanlarını birbirinin hakkını yemeye çalışanları, dünyevi zevkleri daha iyi olmasına adına verilen çabaları mağadaza alış-veriş yapıp kırmızı mı alsam beyaz mı tarzı kararsızlıkları, her şey çok basit ve biraz da saçma geldi. Bir dönemler özgürlük adına Kurtuluş Savaşı'nın verildiği, kanların döküldüğü çarıksız yüreğini ortaya koyup savaştığı bu memlekette "bizler neler yapıyoruz?" diye sordum kendime... Ne mi yapıyoruz Selçuk, Ahmet, Mehmet ve binlerce şehitlerimiz... Olayı bir anda manşet haline getirip bir gün sonra kutu habere dönüştürüyoruz. Sizin mücadelenizi, savaşınızı bile yeri geliyor kullanır hale geliyoruz. Zenginiz ya çevremiz de var ya torpille çocuklarımıza yalılarımıza yakın yerlerde askerlik yaptırıyoruz. Tatil için planlar yapıyoruz, kendi mutluluğumuz adına onun bunun hakkını yiyip sonra hak savunmaya gidiyoruz emekçilerin emeğinden çalıp patronlarımıza yalakalık yapıyoruz ve sonra dürüstlük abidesinin canlı versiyonlarıymış gibi ortada dolaşıyoruz (Onlar kendini bilir) en basit şeyleri sorun yapıp büyük bir derdimiz varmış gibi yakarıyoruz...
Geçen gün bir arkadaşım söyledi. "Bu dönemin nesli olarak bizler ne kadar boşuz ya... Ne bir savaş var, ne bir mücadele var, ne bir devrim var..." Evet savunacağımız (olsa bile bu teknolojik çağda savunmasız bırakılan karakol gibi), yapacağımız hiçbir şey yokken bu durumdan bile hoşnut olmayan bir nesli üretiyoruz ve tüketiyoruz...
Daha öncesinde onurumuz, gururumuz ve özgürlüğümüz adına verdiğimiz savaşı şimdi Avrupalılaşmak olarak görüp kendi kültürümüzü ve değerlerimizi yok ediyoruz galiba... En basitinden ben... Kendime "Ya içme şu yabancı sigarayı yerli malı iç ölür müsün?" diye sorsam da sigaranın bile kalitelisini yapamadığımız cevabına ulaşıyorum. İnsanoğlu yani bizler, sen ben o... Hepimiz... Bizler böyleyiz...
Selçuk kardeş miskette sen mi kazandın ben mi hatırlamıyorum ama hayatta yakınların ve bizler seni kaybettik gibi görünsek de sen kazandın. Bu boş nesil içerisinde ihmal, insan hayatını önemsemeyen ve rutin basın toplantılarıyla ahkam kesenlere rağmen en azından bu ülke için bu insanlık için meslek icabı da olsa hayatını ortaya koydun... Binlerce insanımız gibi... Onlar gibi senin de mekanın cennet olsun... Kalanlara Allah sabır, şerefsizlerin de Allah bin türlü belasını versin...
Bize de "şu şunu dedi, bu bunu diyor, şu şunu yendi bu bunu yendi" gibi basit ama onu bile karışık hale getirdiğimiz rutin hayatı yaşamak kalsın...