30 Eylül 2008 Salı

İYİ BAYRAMLAR

Herkese mutlu ve iyi bayramlar. Dilenci edebiyatı gibi "Allah kalbinize göre versin" demiyorum çünkü biraz önce yolda dilenci bir vatandaşa "Allah kalbine göre versin" dedi yanıtı ise ilginçti "Allah benim kalbime göre verse ........."

27 Eylül 2008 Cumartesi

KAZIM ABİ

Kazım Kanat'ı spor basınının yanı sıra Türk toplumu da kaybetti. Kazım abiyle aynı havayı teneffüs etmem ve tanışmam 1998 Akşam Gazetesi'nde oldu. Ben o dönem spor camiasına yeni atılmış ve işi öğrenmeye çalışan ortalıkta dolaşan, telefonlara bakan biriydim... Zamanla çok nadir de olsa telefonla maç yazılarını aldığım olmuştur. Kazım Abi'de ilk dikkat çeken olay köşesinde kullandığı isimlerin soyadlarının da mutlaka olmasıydı. Kendisi o sırada aklına gelmese bile araştırılmasını ve bulunup yazılmasını isterdi. Sanırım binlerce Ahmet'i Mehmet'i ayıran özelliğin soyadları olduğu düşüncesiyleydi. Daha sonra son gazetemde bir kaç ay önce ondan bir konuyla ilgili görüş almam gerekiyordu. Kazım Abi'yi aradım ve görüşünü istedim. Biraz sitemkar bir ifadeyle "Görüş veririm ama yazımdan atacaksanız hiç vermemeyim daha iyi" dedi. Daha önce alınan görüşünde yazısından atılmasına içerlemişti. Haklıydı da. "Düşünceme önem vermiyorsan niye görüş alıyorsun veya niye atıyorsun" sorularının cevabını veriyordu. Görüşünü aldım ve noktasına virgülüne dokunmadan yayınladık.
Burada size iki farklı yönünü sunmak istedim... Gelelim asıl bendeki Kazım Abi'ye... Aynı ortamlarda çalışmamıza rağmen ben onun mesajlarını genelde tv'den aldım. Mesela ATV'de yayınlanan Santra'da esprilerine ve ısrarla özellikle "Beşiktaşlılık duruşunun" arkasında olmasına tanık oldum. Kendine ait düşüncelerinin sürekli arkasında durur hata yaptığında ise "özür" dilemesini bilen bir kişiliğinin olması onun barışık bir aynasının olduğunun göstergesiydi.
Vefat haberini de sayfaya hem üzülere hem de sevinerek (kızmayın dolu dolu gitmesine) ben yazdım. Son yazısından çok etkilendim ve aynen sayfaya koydum... Sabah Gazetesi'ndeki son yazısında kanser hastalarına mesaj vererek anlatıyor ve elindeki bayrakla en önde "Savaşa devam. Pes etmek yok" diyordu. Ancak beni asıl etkileyen olayı daha önce izlemediğim ama Siyaset Meydanı'nda Ali Kırca'nın program girişini ve bitişini onunla yaptığı bölümdü. Kazım abi sanırım 4 yıl önce Siyaset Meydanı'na katılmış ve insanları bitiren kansere nasıl mağlup olmadığını anlatıyordu. İşte Kazım Abi'nin hafızama kazınan ve birçok insanın da kazıması gereken sözleri (Kazım abi eksik veya yanlış anlatım varsa affet):
***
"Annem Bodrum'dan beni aradı ve hasta olduğunu söylüyordu. İstanbul'a yanıma geldi.
-Beni doktora götür dedi.
-Neyin var anne? diye sorduğumda
-Yok bir şeyim ama beni doktora götür diyordu.
Doktora gittik. Muayene olan o değil bendim.
-Hemşire kansersiniz bilmiyor musunuz? dediğinde beynimde fırtınalar koptu. 6 kattan kendimi atmak istedim. Dostlarım Deniz Gökçe kapıda Hıncal Uluç yanımda kitap getiriyor ve okumamı istiyor sonra test yapacağını söylüyordu. O zaman Akşam'da çalışıyordum. Patronumuz Mehmet Emin Karamehmet beni aradı ve
-Uçak hazır. Houston'a gidiyorsun dedi. Bu tedavinin Türkiye'de olup olmadığını sordum.
-Var dediler. E o zaman niye gidiyorum. Ben ailemle dostlarımla arkadaşlarımla olmak istiyordum. Amerika'ya gideceksiniz hastane koridorlarında gezeceksiniz. Önce kolumda sonra bağırsağımda ve daha sonra ciğerlerimde gösterdi kendini hastalık. Ancak o sırada şunu düşündüm. Daha maç bitmedi. 85 dakika. Ben yazılarımda 85. dakikada ve 2-0 mağlupsun ne yapacaksın pes etmeden mücadele edip 90 dakikaya kadar 2-2'yi hatta 3-2'yi yakalayacaksın diye düşündüm. Futbolcuları eleştiriyordum bunun için bu olmaz dedim ve savaşmaya karar verdim. Dostlarımla beraberdim ve yenilmedim. Pes etmedim."
Kocaman kocaman tebrikler ve helal olsun Kazım Abi... Son yazında yeni bir ilaç bulduğunu ve ilk sağlığına kavuştuğunda bunu kaleme alacağını söylüyordun. Ancak sen tedavinin en güzelini bana göre söyledin aslında. Özellikle kanser hastaları için tedavinin bilimsel değil sevgisel ve hayata sarılarak olduğunu ispatladın ve öyle gittin...
Burada şunu da gösterdin Kazım Abi... Senin için geri sayıma başladığını bildiğin kronometreye rağmen kronometresinin ne alemde olduğu bilinmeyen biz insanların ölümlü dünyada basit nedenlerle insanları üzüp kırmanın, bunalım takılmanın ve basit şeyler için isyan etmenin ne kadar saçma olduğunu gösterdin...
Cezane törenine katılamadım ama dualarım onunlaydı. Dinimize göre insanın iç düynasının önemli olduğuna inanarak NUR İÇİNDE YAT. ALLAH MEKANINI CENNET ETSİN diyorum. Ve her insanın hayata gelişinde bir amacı olduğunu düşünerek Kazım Abi'nin de bu görevini sportif alanın dışına çıkarak fazlasıyla gösterdiğine inanıyorum...
NOT: Bu yazıyı özellikle programı izlemeyenler için yazma ihtiyacı duydum...
(Bu arada yazıda soyadını kullanmadım abi Kazım abi daha sıcak geliyor)

25 Eylül 2008 Perşembe

ÖĞRETME-N

Günümüz için pek geçerli değil ama 1990'lı hatta 2000'li yıllara kadar eli sopalı, sert, velilere karşı "Bizde hayatta dayak yok" denilen ve kayıtlar sırasında "Bizim okulda kayıt parası alınmaz" görüntüsü verilen çatının altındaki takım elbiseli veya etekli ama cebi delik (birçoğu için geçerli) meslek sahipleri... Bazılarının (İstisnalar hariç) evde dayakla çözüm bulamadıkları ancak okulda atılan bir dayakla ana, babanın "ideal aile" yapısı estirip ahkam kestiği ve suçladığı öğretmenlerimiz... Türkiye'nin sorusu ne? dendiğinde bir çırpıda "Eğitim" diyebildiğimiz sistemin temel görünen ama piyonlaştırılmaya mahkum edilmiş taşları... İlköğretimle başlayan, günümüzde üniversite mezunu olarak kahvehanelerde ve evlerde diplomalı kimlikleriyle oturan veya sistem sayesinde oturtulmak zorunda bırakılan eserlerin mimarileri... Aynı zamanda başbakan, bilimadamı, sanatçı gibi elit kesimin de mimarileri. Evet hepsinin bir öğretmeni vardı. Kendilerine 7'li yaşlarda teslim edilen ve "Eti senin kemiği benim" sözleriyle hayata geçirilen minik hamurların şekillendiricileri. Kime sorsanız veya biraz derine dalsanız iç dünyasında ona çok şeyler katan veya anılarında kalan bir öğretmeni vardır. Türk sinemasının klasikleşen "Hababam Sınıfı" filminin (ancak sonraki taklit versiyonlarıyla sıradanlaştırılmaya çalışılan) Mahmut Hocalar'ı yok mu günümüzde?... İdealist değil, müfredatçı hale getirilmeye zorlanan tüm bunlara rağmen içindeki sesi dinleyip sorunlarla boğuşan Mahmut Hoca çok... Bu kadar eleştirel yaklaşmamın nedeni açıkcası ekonomiyle alakalı... Türkiye'nin sorunu gördüğüm eğitimin de temelindeki sorun ekonomi. Yani Türkiye'nin sorunu "ekonomi" desek de yanılmamış oluruz sanırım. Çünkü dişliler birbirine girmiş ve o kadar pas tutmuş ki bu meslek grubu için biraz fazla hızlı dişliyi çalıştırdığınızda kırılabiliyor.
***
Göreve yeni başlayan bir öğretmenin maaşı yaklaşık bin 350 YTL civarında. Haliyle hayata yeni atıldığı için ve kendi ayakları üzerinde durması gerektiğinde ev sahipleri için kamulu kiracı. Garanti gözüyle bakıldığından seçilen ancak şimdi (KPSS) nedeniyle garantisi de pek kalmadı ama yine de ilgisiyi kaybetmeyen bir meslek. Cumartesi pazarı var ayrıca yazın yaklaşık 3 aylık bir tatil süreci. Yine ekonomiye geleyim. Bazı meslekler vardır; para kazanırsınız ama harcamak için vaktiniz yoktur... Öğretmenlik de bir anlamda buna benzer. Zamanınız çok ama harcayacak paranız yok... Bir de evli öğretmenler için çocukları olduğunda verilen paranın komikliğini düşündükçe Başbakanımızın "3 çocuk yapın" sözü nedense kulaklarımda çınlıyor :))) Siz yapın ben hakettiği değeri vereceğim cevabını buluyor gibi oluyorum...
***
Şimdi ayda bin 350 YTL alıyorsunuz. Türkiye şartlarında taşrada 200 YTL'ye (Dubleks olsun) ev kiranız var diyelim. Ama spot ışıklar kullanılmasın faturasını ödeyemezsiniz :))) Elektrik ve su vb. 100'de öyle ödeyin... Kaldı bin YTL... Bu arada kemeri iyice sıkınca fena para kalmadı :))) Günlük mutfak masrafını da 10 YTL düşünelim... Bekarlar evlenmeli bir an önce... Bu da ayda 300 yaptı... 700 YTL elde... Günlük okulda içtiğiniz çay parası ve dışarıda kişiye özel harcamalarınızla (Sigara içme şansınız yok. Veya kilo kilo saf tütün alacaksınız ekonomik olması için) 10 YTL'de ona ayıralım. Geriye kaldı 400 YTL... Zaten ilk göreve başlarken alacağınız beyaz eşya vb. durumlar için taksite gireceksiniz. 100'de oraya verelim... Kaldı 300 YTL... Ooooo paraya bak :)))
Arka sıralardan "Sosyalleşme için" duyar gibiyim.
-"Parmağını kaldırmadan konuşma. Sen zaten sosyalsin öğrencilerinle ve okulda zaten yoruluyorsun ne sosyalleşmesiymiş" cevabı mı veriyor birisi... Tam duyamadım ama. Tamam onu geçtik. Ne kadar kalmıştı... Ya düşünüyorum düşünüyorum harcayacak yer bulamıyorum... Haa "ulaşım" diye bir şey var dimi... Tabanları yağlayalım hadi... Oraya da harcama yok. Hafta sonu takılmalar için 25 YTL ayıralım... Ayda 100 YTL de cumartesi pazarı kurtardık... 200 YTL cepte...
- "Sinema"
- Ne sineması... Artık her evde bir sinema var... Film izlerken kapatıyorsun elektriği hem tasanrruf, hem daha bir sinema havası ve romantik oluyor... Orjinal almaya kalksan ayda 5 film 50 YTL... Yok ara sokaktan bakalım. 2 YTL hem de değiştirmesi 1 YTL :)))...
Kişiye özel harcamalar. Mesela erkekseniz traş olacaksınız. "Köse olsaydın" bana mı sordun cevabı güzel gidiyor :))) Peki kendim için istiyorsam namerdim kız arkadaşla buluşucam parfüm alsam :))) Limon kolonyası karışımlı olanlar makbüldür. "Orjinal" diye satarlar denk gelmedi mi sana :)) Şampuan... Ne şampuanı... Sen şampiyonsun zaten (Birilerinin gazıyla)... Eskiden öyle bir şey mi vardı. Şansın varsa kili olan bir yere tayinin çıkmalı....
Espri gibi görünüyor olabilir ama biraz düşündüğünüzde aynı durumu birçok kişinin yaşadığını ve şu anda borçla harçla aldığı ve hala taksidini bitiremediği yollardan arabayla (KM'si az olan 3-4 el ilk etapta) geçtiğini görür gibiyim...
Bakın öğretmeni anlatıyoruz ama sistem ve olay o kadar dramatik ki insana sadece bunları okuyup kendi acı ve temel sorunumuz olan eğitimin acı gerçeklerini ÖĞRENME- demek geliyor. Ama yaşa...
Yukarıdaki basit hesabı yaparken okuldan çok bu konularda yorulduğumuzu görüyorum... Oysa "öğretmen" denince akla "öğrenci" gelir...
***
Nasıl bir imkan ve şartlar veriliyor ki topluma yararlı, ileride belki de bu ülkeyi yönetecek başbakanı, milli eğitim müdürünü, bilimadamını, (filmlerde etkileyici görünüyor) sanatçıyı (genelde arabesk çok tutuluyor acıların toplumu modu) veya bize özel günlerde (24 Kasım) düşünceli (!) davranıp ÇELİK kaplama cebime otamatik olarak kutlama mesajı gönderecek öğrenciyi yetiştireyim. Ama bu kadar olumsuz ve sadece ayakta kalmaya yetecek bir ekonomiyle eğitilen bu toplumun gurur duyulması gereken öğretmenleri yetiştiriyor. Temeli atıyor. Ekonomisi iyi olanlar özel dersle hem öğretmenine hem öğrencisine çok daha iyi şartlar ve imkanlar sağlayabiliyor. Sonra da yeri geliyor beni, seni ve onu özel ders alan öğrenciyle aynı sınava sokup onunla eşit olman veya geçmem gerekiyor. Yine ne gariptir ki tüm imkanları daha iyi olan bir çoğu özeneceği veya elde edebileceği fazla bir şey kalmadığı için benim köylü olan ve çobanlık yapan öğrencime (birileri diyor ya babası için benim çobanla oyum bir mi?... Evet köylüyü tek geçerim, Demirel'in benim köylüm siyaseti de vardı dimi :)))) geçiliyor.
***
Haaa bu arada vekil öğretmenlik var. Üniversiteyi büyük bir güçlükle bitirmiş çalışmak için can atan öğrencilerine kavuşmak isteyen binlerce genci unuttum. Yeterince sınava girmemiş gibi bir sınava daha tabii tutulmuş (Gerçi haklılar. Çünkü asıl sınav hayat değil mi?) ama çoğuna iş beklerken erkekleri kahvehanede bayanlara "eve geri dönüş" filmini oynatmışlar... Atama zamanı birçoğu amca, dayı, (babaları çok sosyaller ya) partiden (!) kalma arkadaşlarını arar olmuşlar. Ne için vekil öğretmen olup biraz önce sağlamasını yaptığımız ama harcayarak bitiremediğimiz paranın yarısını alabilmek (580 civarı) için... Tabii burada unutulmaması gereken psikilojik boyut. Çok önemli. Burada emekten ziyade evde veya kahvehanede psikoloji bozulmasın diye iş fırsatı tanınmış.
Yani sonuç olarak ne veriyoruz, ne istiyoruz ve kimleri neden niçin eğitiyoruz, eğitmek istiyoruz... Sistem mi yanlış, yoksa birileri "böyle gelmiş böyle gider" parçasına "Beterin beteri var" dizesini mi eklemeye çalışıyor. Suçlu kim? Arka veya ön sıra (geçmiş veya bugün) el kaldırabilir...
***
Tüm bunlara rağmen öğretmenlerimi bir kez daha çok seviyorum ve sevmeliyiz. Beni buraya getiren beni meslek sahibi yapan küçük çakıl taşlarında başlayan hayat yolumu asfalt döken onlar değil mi? Hele hele elindeki sopayı yüreğindeki sevgiyle gösteren nadir hocalarıma büyük bir insanlık ve şükran borcum var. Ölenlere Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun... Kalanların ise çocukları ve çevreleri tarafından değeri bilinsin...

İZ BIRAKANLAR:

- İlkokulda beni ders sırasında "Evde yumurta var mı? diye gönderen 'iyi konu anlatımından yırttım'" dediğim hocamın dönüşte çalışmadığım için elimde yumurta varken tokat atmasını yanlış içinde doğru buluyorum... Teşekkürler hocam SENİ GERÇEKTEN SEVİYORUM.
- Yaşım küçük gittiğim için (5 yaşında) beni sınıfta bırakıp "Karne kalmadı" diyerek beni tatlı tatlı üzen ancak bütünlemede tüm matematik sorularını iyi olduğum için sınıfta bana çözdüren adını bile hatırlamadığım hocama çok teşekkür ediyorum...
- İlkokulda soruyu "doğru çözdüm" diye yanlış çözen arkadaşıma tokat atmamı isteyen ve attıran hocamı unutamıyorum.... (O dönemin ödülüydü galiba :((()
- Kapı komşumuz olan Urfalı Türkçe öğretmenin ilkokul bitimi babam "Kuran Kursu"na göndermek isterken "Kendisine soralım ne istiyor?" düşüncesiyle bireyin düşüncesinin önemli olduğunu sonradan öğrenmemi sağlayan hocama teşekkür ediyorum...
- Sesimin iyi olmamasına rağmen beni koroya ve tiyatroya alıp onure eden hocama teşekkür ediyorum...
- Ortaokulda satrançta okul birincisi olduğum için beni "Satranç Kolu Başkanı" yapan ve ilk toplantıya geç kaldığım için bana kızan hocama teşekkür ediyorum.
- Ortaokulda ablamla yan yana otururken "Hekimoğlu" parçasından ablama 10 bana 9 veren ve daha geçtiğimiz yıllarda "Benim 1 notumu neden kırdınız?" diye sorduğumda hatırlamayan ve cevap veremeyen hocamı seviyorum...
- Ortaokulda tarih dersinden yüksek beklerken düşük veren ve itiraz ettiğimde kağıdıma tekrar bakarken arkasını okumadığını gördüğüm hocanın önüne kağıdı atmam sonrası tokadını unutamıyorum. (Haksızlık ama bu görmesi gerekirdi :))))
- Ortaokulda ödev olarak verilen ve okuduğum A.Günbay Yıldız'ın "Sitem" romanını anlatımım sonrası "İsmail, mendilin var mı?" diyerek sıkıntımı ve utanmamı katlayan hocamı çok seviyorum...


Ortaokulda kalsın. Bu kadar yeter... Hızımı alamıcam... Öğretmenim, öğretmenlerim, iyi ki vardınız... Sizlerden çok şey öğrendik çok. O zaman farkında değildik belki ama daha sonra çok ama çok iyi anladık. Sistem ÖĞRETME-nim dese bile biz öğrendik... Sizler bunu başardınız ve hala başarıyorsunuz. SONSUZ TEBRİKLER...
(Resim mi? İki bayan öğretmen. Bu görüntü bile öğrenmesi gerekenlere çok şey öğretiyor... Yeterki görmek iste)

23 Eylül 2008 Salı

DALDAN DALA

Şansını denemeyen şanssız veya şanslı olduğunu bilemez...

Küçük adımlar hayat boyunca yürüyeceğimiz insanları belirleyebilir...

Gözlerinin içi gülene bakmaktan çekinme, ama yapmacık güldürmeye çalışanlara fazla bakma kör edebilir...

Düşmanını tanımak için aynı gün ayağına farklı farklı çoraplar giy :)))

Basit bir olay büyük hayatla ilgili büyük tüyolar verebilir...

Düşünceli olup anlaşılamamak düşüncesiz olup itibar görmekten iyidir...

Vicdanı olandan korkma, kırıp üzse bile vicdanı sızlar...

Dostlar dostlarının hamalıdır...


18 Eylül 2008 Perşembe

VAR MISIN YOK MUSUN?

İnsanın ara ara kendisine sorması gereken bir soru sanırım MUTLU MUSUN? Şu an ve ramazan itibariyle genel anlamda "EVET" diyebilirim. İnsanın yaşı ilerledikçe sanırım ayakları yere basar oluyor... Eski hayal dünyasındaki beklenti ve isteklerini daha reel bir düşünce yapısı alıyor veya kendi gerçeklerini görüyor. Belki günlerim çok klasik geçiyor ama özet raporuna baktığımda yarına taşıdığım veya uykumu kaçıran sorunların faturasıyla karşılaşmıyorum. Bu tamamiyle sorunsuz bir insan olduğum sonucunu çıkarmaz. Tabii ki benim de yarınlara dair çözüm bulabileceğim iki veya üç bilinmeyenli denklemlerin sorularım ve sorunlarım var. Ama bunlar zaman içerisinde kendine cevap bulacak ve sağlamasını da yapıp "DOĞRU" klavuzuna kaldırılacak olaylar... 3 yanlışın bir doğruyu götürdüğünü de hesaba katmak gerek...
İlk etapta rutin gibi görülüyor ama hayatın küçük karelerini birleştirdiğinizde güzel bir tablo ortaya çıkabiliyor. Her ne kadar çıplak gözle gördüğümüz güzellikleri kartpostallardaki gibi olmasa da o güzellikler bize bizim yaşamımıza, yarınlarımıza katılıyor. Bugünün güzellikleri yarının mutlulukları olarak geri bize dönebiliyor. Belli bir işte çalışıyor ve işinizi yapıyorsanız yarınla ilgili kaygılarınız aza inebiliyor. "Ya öbür gün?" sorusu akla gelebilir... Bırakın bir yarın olsun öbür gün de kendiliğinden gelir zaten... Önce bugünü yaşayalım, sonra yarına adım atalım ama çok garanticiysek öbür günün temelini zaten atmışınız demektir... Günü yaşarken geçmişi de beraberinde getiriyoruz bir anlamda. Bugünümüzü oluşturan dünümüz, önceki günümüz ve geçmişimiz. Her geçen gün hayat yolunda ayağımıza takılan veya kuruyup atılan çamurlar olabilir...

"Dün ne yaptın?" dendiğinde genelde yapılan olaylar, davranışlar anlatılır. Oysa bu yüzeyde kalan ama iç dünyamızda olan hareketlilik daha önemlidir. Sürekli düşünürüz, düşündürülürüz. İş ortamındaki veya özel hayattaki diyaloglar rutin görünebilir. Ama ya iç dünyamızda kendimizle yaşadığımız diyaloglar... Aslında tek başımıza yolda yürürken bile yalnız değilizdir. Zaman zaman kendimizle, zaman zaman çevremizdeki ve yakınımızdaki insanlarla empati kurarız. Çok fazla hayalperestsek "senarist" olur, gerçekçiysek farklı kimliklerde kendimize "roller" biçeriz. Bazılarını zamanla hayata geçirir bazılarını ise sürekli kullandığımız iç dünyanın geri dönüşüm kutusu olan çöpüne atarız.

Ama hep varızdır gerek bedenimizle gerekse düşüncelerimizle... Bazıları "Var mısın, yok musun?" sorusuna "düşünüyorum öyleyse varım" bazıları ise "düşünmüyorum, düşünsem bile yokum" cevabını verebilir... Sonuçta herkes zamanı kaybederken hep bir şeyleri kazanır... Neyi mi? Harcadığımız dündür, bilinçli veya bilinçsiz kullandığımız bugün, sorunları ötelediğimiz veya mutluluk adına hayallerini kurduğumuz ise yarındır... Yarın görüşürüz :)))


17 Eylül 2008 Çarşamba

MEKTUP?

Bir dönemin en vazgeçilmez ve teknolojik iletişim aracıydı mektup. Postacıların yolu gözlenirdi. Gurbet kuşlarından haber getirirdi, sevgileri, hüzünleri, sitemleri, özlemleri ifade ederdi. Ayda yılda bir de olsa içeriğinde ister sevgi, ister isyan olsun birebir duygu iletilirdi. Kendi kalemiyle yazılmış, aşıklar için kokusu sindirilmiş (kurumuş mahsun olmayan :))) kırmızı gül bırakma), anne babalar için evlatlarının merakı giderilmişti. İlkokulda yazması öğretildi, başına mutlaka sıfatlar ve duygular yüklenme şartıyla. Klasik bir şablondu ilk etapta... Hele mektup yazacak dışarıda kimsesi olmayanlar için belki de hem saçma hem de özlemdi. Şimdi yerini telefona (Reklamlara göre her yerden çekiyormuş :))) bıraktı. Hem de görüntülüsüne... Teknoloji gelişti, duygular ve özlemler bir anlamda onunla beraber sıradanlaştı. Elimizin altında, cebimizdeydi iletişim ve özlemini duyduklarımız. Mektubuna hasret kaldığımız veya ulaşamadığımız insanların nefesini duyar olmuştuk. Ancak bu bile biz insanoğlunu mutlu etmez hale geldi. Özel günlerde ve anlarda çekilen mesajlar bile bizim duygularımızdan çok herkesin duygularını yansıtan ortak mesajlara bıraktı yerini... Sürekli yenilenen teknolojiyle birlikte hazıra alıştırılan ve sürekli tüketen toplum haline geldik (Tamamiyle teknoloji karşıtı değilim.) (Çobanları kullanıp eşinin ne yemek yaptığını sordurur olduk, merakı, düşündürmeyi öldürdük, melodilere verdik kendimizi, sanatçıları koyduk cebimize) En az 3 ailenin ekmek yediği iş gücünü tek kişinin beyniyle otamatikleştirdik. İletişimi birçok meyve ve gıdalarda olduğu gibi hormonlu hale getirdik... İletişimlerimiz de cebimizde, elimizde ve istesek her an yanımızda olan kelimelerle hormonlaştı. Daha biraz önce ankesörlü telefonların yanından geçerken aklıma geldi. Bir zamanlar sıra beklediğimiz telefonlarını hafızamızda tuttuğumuz değerlerin şimdiki zamanda numarası bilinmeden cebimize girdiğini.
Acaba şimdi insanoğlu iki farklı teste tabii tutulsa hangisi daha fazla duygu ve düşünce içerir merak ettim...

1-Teknoloji severler kendinize bir mesaj yazın ve 1 ay sonra kendinize yazdığınız o mesaja bir bakın... Göndermeyeceğiniz için uzun ve kısalığına göre kontör gitmez... İçeriğindeki duygularınızı tartın, o anki sizle şu anki siz arasında 7 farkı bulun :))). Ve her zaman yaptığınız gibi kendi ellerinizle ürettiğiniz o kelimeleri kendi ellerinizle silin, telefonunuza hafıza açın...

2-Teknoloji severlere bazı konularda karşı gelenler... Kendinize bir mektup yazın ve evinizdeki postaneye atın... Bir ay sonra postadan alın ve içeriğine bakın. Duygularınızı tartın ve kendinize sarılın... O mektubu ömür boyu saklayıp yılda bir kere de olsa veya temizlik durumlarında okuyarak nostalji yapın. Kalıcı izler bırakın...
Özetle özellikle çocuklar şu anda bilim kurguya hayranlık duyarken, olgun insanlar ise yozlaşmayan daha sıcak ve samimi olan geçmişteki aşklara, iletişimlere, dürüstlüklere ve saflıklara ilgi ve özlem duyar haldedirler. Tabii teknolojide herşeyin bir artısı olduğu gibi eksileri de vardır. Sanırım biraz kara bir tablo çizip negatif takıldım veya yaşlandım :)))) Bunun bilincinde olabilmek de güzel... Bazan insan hayatında siyah-beyaza da ihtiyaç duyuyor... Küresel ısınma döneminde havanın bile havası kaçmışken Gökkuşağı görebilmek zor oluyor...
Aslında tek bir cevap bile tüm bu yazıyı nötrleştirebiliyor... Onu da kendime verip çelişkiyi ifade edim: Eeee sen bunları teknolojik bir ürün olan bilgisayarda yazıyorsun... Sen de haklısın :))

16 Eylül 2008 Salı

HANGİSİ DOĞRU?

Tarih 15 Eylül 2008. İftara yetişmek için gazeteden çıktım otobüsle Mecidiyeköy'e geldim... Oradan tekrar otobüse binip Taksim'e gideceğim ve kankim Ahmet'le buluşacağım... İnsanlar bir telaş içerisinde ve her zamanki genel hayattaki mutsuzluğun figürlerini barındıran bakışlar sergiliyorlar. Kimisi boş, kimisi baktığını görmüyor, kimisi ise (genelde bayanlar) karşı cinslerinin giyim kuşamlarını analiz modunda... Ve Mecidiyeköy durağında iki kişi biniyor. Beraberler ama birisi down sendromu (çocuğun vücudundaki hücrelerin 46 yerine fazladan bir kromozoma, yani 47 kromozoma sahip olmasıdır. Down Sendromu bir hastalık değil genetik bir farklılıktır.) yaşamış birisi. Yanındaki yakını olsa gerek ama samimi durmuyor aksine uzaktan (beni kimse onunla görmesin) tarzıyla onu yönlendiriyor ve boş yeri gösteriyor kaş göz yaparak. 2 durak sonra iniyor ama öyle bir mesaj veriyor ki düşündükçe şaşırıyorum... Bazılarıyla beraberken alamadığımız o güzel mesajı 2 durak sonra inen birisi veriyor bana veya diğerlerine... İnmeden önce orta kısımda kapının yanında oturduğu yerinden kalkıyor ve arka bölümdeki yolcuları (miting veren parti lideri edasıyla) selamlıyor, 'iyi akşamlar' der gibi hareketler yapıyor. Sonra ön kısma dönüyor, kimse onunla ilgilenmemesine rağmen aynı hareketi sergiliyor. Ondan önce inen yakını ise bu durumdan utanır gibi "hadi hadi" diye kızgınlığını ifade ediyor. İniyor ve yine otobüsün içine bakıp insanları selamlıyor... Önümde oturan bayan bu duruma dikkat kesiliyor ve inişe kadar takip ediyor. İndiğinde göz göze geliyor ve ona gülüyor. Ancak hanım efendi, bu gülümsemeden rahatsız oluyor... Ona hasta veya deli gözüyle bakıyoruz belki ama akıllı (46 kromozomlu bizler) olarak görülen bizler inerken kime gülüyoruz, kime "iyi akşamlar" diyoruz, bırakın iyi akşamları otururken "selam" bile veriyor muyuz?...
Ve sonrasında küçük bir mesaj daha alıyorum. Yanımda orta halli bir bayan var. Taksim'e yaklaşıyoruz ve ben her zamanki gibi kapıya yaklaşmak istiyorum. Kalkma girişiminde bulunurken yanımdaki bayan "Taksim'de mi ineceksiniz?" diyor. "Evet" diyorum ve "Ben de ineceğim" diyerek "otur otur beni rahatsız etme beraber ineriz" mesajı veriyor. "İyi tamam" diyorum ama çok rahat. Taksim'de normalde otobüs boşalır ama bir anda kapı açılıyor ve pek inen yok. Ben bayanın peşinden inebilmek için koşuşturuyorum, nafile rahat tavırlarıyla beni engelliyor ve bir anda kapı kapanıyor... Şaka gibi... Bu duruma biraz kızıyor ve kızgınlığımın geçmesi için "kamera burada el salla" denmesini bekliyorum ama yok :))).... O sırada şöföre arka kapıyı açması için bağırarak ricada bulunuyorum ama ses yok. Otobüs durak sonrasındaki kırmızı ışıkta duruyor ve şöförden arka kapıyı açmasını istiyorum. Sağolsun açıyor... İnsanın sabrını dener gibi bir olaya maruz kalıyorum :)))) Hayat 2 durak gibi kısa sürede çok pozitif mesaj veren normal insanlara göre sadece kromozomu değil insanlığı da fazla olan o arkadaşla ve o kadının tavrıyla daha bir güzel :))))) Seviyorum hayatı...

10 Eylül 2008 Çarşamba

LEMANCA


Mizah dergisi Leman, Aydın Doğan ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki kavgayı çok güzel işlemiş... Tebrikler...

6 Eylül 2008 Cumartesi

KALP GRAFİĞİ :)








NOT: Bu son grafik Hayat Hastanesi'nde tanesi 250 YTL'den çekilmiştir :))). Geçtiğimiz günlerde hastaneye yolu düşen Aydın Abi (aydınca) da röntgenini çektirmiş ve çıkan sonucu bana göndermiş... Siz de çektirdiğiniz kısa veya uzun metrajlı filmleri gönderebilirsiniz :)))

5 Eylül 2008 Cuma

GÜNAYDIN ÇOCUKLAR



Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı.
Bayan Mediha (öğretmen) bir yıl önce Mustafa'yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük F (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.
Bayan Mediha'nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa'nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.

Mustafa'nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?

İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evdeki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?

Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa'nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek.

Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.

Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı. Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa'nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti. Mustafa'nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı ile beceriksizce sarılmıştı.

Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
- Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.
Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa'ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.
Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa'dan bir not buldu, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Mustafa'dan bir notdaha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm yaşamındaki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu. Mektup söyle imzalanmıştı, Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)
Öykü burada bitmiyor. Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var. Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan Mediha'nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu? Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı, "Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi: Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum..."

NOT: Tüm öğrenciler ne Mustafa'dır ne de tüm öğretmenler bayan Mediha'dır. Ama aralarda Mustafa da vardır Mediha da vardır. Öğrencilere Mediha, öğretmenlere de hayatlarının dönüm noktası olması dileğiyle Mustafa'lar dilerim...

SERVET İKİ BARDAK SUDAN İBARETTİR

Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.
Etrafında bir sürü insan olmasına rağmen, hükümdarın en çok güvendiği ve yegane dostu bir bilge kişi varmış. Bir gün otururlarken, hükümdar bilge kişiye şöyle bir soru sormuş:
- “Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar ister hükümdar kadar güçlü, ister savaşçılar kadar onurlu olsun sana danışır ve ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?”
Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerinin içine bakarak şu sözleri söylemiş:
- “ Diyelim ki hükümdarım uçsuz bucaksız kızgın bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?”
- “ Verirdim tabii.”
- “Zaman geçti diyelim ki susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?”
Hükümdar biraz düşünmüş ve ardından “Ölmemek için evet” demiş. Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:
- “Madem öyle, o zaman düşünmeye gerek yok fazlaca. Çünkü haşmetlim, sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudan ibarettir.”
Hepimiz hayatın içerisinde birtakım unvanlara, kimliklere veya servetlere sahip olabiliriz. Doktor, avukat, iş adamı, ev hanımı, memur, işçi, işveren, öğretmen, öğrenci, anne veya baba v.s. birtakım rollerimiz olabilir. Belki bir hükümdar gibi unvanımız olmayabilir ancak hepimizin kendimizce birtakım varlıkları veya servetleri mevcut.
Hepimizin algıladığı servet kendi zihin haritalarımıza veya hayata bakış açımıza göre değişkenlik göstermektedir. Kimisi için pırlantalara, yakutlara, zümrütlere v.s. sahip olmak büyük servet iken, kimisi için dünya klasikleri, Türk klasikleri, sanat tarihi, felsefe, biyografiler v.b. ile bir kütüphane dolusu kitapları okumuş olmak ve o kütüphaneye sahip olmak büyük bir servettir. Kimisi için yalı dairesine sahip olmak ve orada yaşamak büyük bir servet iken, kimisi için doksan yıllık iki göz evinde çocukları, torunları ile oturmak çok büyük bir servet olabilir.
Profesyonel sporcular için kendi dallarında rekorlar kırmak ve muhtelif madalyalara sahip olmak bir servet iken, bir çocuk için kendi ilgi alanındaki oyuncak serisine (actionman, barbi bebekler, spider man, kart oyunları, puzzle gibi) sahip olabilmek büyük bir servet olabilir.
Ünlü işadamları veya cumhurbaşkanı, başbakan gibi unvanlara sahip olan insanlar için zaman fukarası olmamak bir servet sayılır iken, bazısı için çimlerde, kumlarda çıplak ayak dolaşabilmek, cırcır böceklerinin sesi eşliğinde uykuya dalabilmek, güneşin doğuşu ile bakir bir ortamda köy kahvaltısı yapabilmek büyük bir servet olabilir.
Peki gerçekte servet sahibi olmak ne demektir? Gerçek zenginlik nedir? Zenginlik aslında sadece iki bardak sudan ibaret olabilir mi?
Zenginlik, servet sahibi olmak bir doyum işidir. Zenginlik, ölçüsü ve miktarı kişiden kişiye değişen ve zihnimizde başlayıp yine zihnimizde sona eren bir doygunluktur. Çünkü doyum zihinde varolan bir şeydir. Zenginlik, servet sahibi olmak bolluk bilinci ile yaşayabilmektir. Önemli olan zihnimizde tatmin olabilmektir. Bir insan zihninde tatmin olduğu müddetçe, hem yüreğinde, hem bedeninde, hem ruhunda, her koşulda her alanda tatmin olabilir.
New NLP der ki; gerçek zenginlik çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır.
Mesele ne kadar az şeye ihtiyaç duyarak yaşıyoruz. Hayatın içerisinde ne kadar az şey ile doyumu yakalayabiliyoruz. Gerçek zenginlik gözünün gönlünün tok olabilmesidir. Mesele tok hissedip aç yaşayabilirken huzur içerisinde olabilmektir.
Aslı akşam bir davette giymek için yeni bir elbise almayı çok istemişti. Birkaç gündür bunun planını ve bütçe hazırlığını yapmıştı. Ancak bir an her şey değişti. O gün sokakta gördüğü herhangi bir çocuktan etkilenmiş ve aniden elbise almaktan vazgeçmişti. Birkaç saat sonra, elbise almak için ayırdığı para ile ihtiyacı olan o çocuğa okul gereçleri, okul kıyafetleri almıştı. İşte Aslı o an müthiş bir doyum yaşamıştı zihninde. Beş saat kendince önemli saydığı bir davette şık olmak yerine, bir çocuğu mutlu etmek, bir aileyi bir sıkıntıdan bir dertten kurtarmış olmaktı onu huzura kavuşturan, ona doyum sağlayan şey.
Sahip olduğumuz unvanları, varlıkları veya servetleri görmeden ve hissetmeden yaşayabilmektir gerçek zenginlik. Hayatın her alanında yukarıdakileri değil, aşağıdakileri görerek yaşayabilmektir gerçek zenginlik. Hayata teşekkür edebilmek, hayata şükredebilmektir en büyük servet.
İnsanoğlunun yaşamını devam ettirebilmesi için, sudan başka hiçbir içeceğe ihtiyacı yoktur. Mesele yaşamı devam ettirebilmek ise, servet sadece iki bardak sudan ibarettir aslında.
Doyum içerisinde bir ömür geçirmeniz dileğiyle…..
Sevgiyle ve Sağlıcakla Kalın.


Şeyda Küçükel

KAYNAK: Dönüşüm Konağı (http://www.donusumkonagi.net/)